Hani herkesin ağzında son zamanlara ait
nostaljik bir laf vardır. 70.li yıllar. O yıllar şöyle mutluyduk, böyle
mutluyduk diye. Kişisel mutluluklar,
aile ilişkileri için yani maneviyatta bu söze hak veriyorum. Gayet mutluyduk
bizlerde ailelerimizle. Ama iş teknoloji boyutuna gelince aynı şeyi
söyleyemeyeceğim.
Teknoloji, insanın bilimi kullanarak doğaya üstünlük
kurmak için tasarladığı bir düzendir. İnsan bu düzen içinde imkânlarını kendi
lehine çevirerek mutlu olmayı sağlayabilir. Nasıl mı?
Bir an gözlerimi kapatıyorum, Teknolojinin
geçiş döneminde yetişen biri olarak bunları düşünürken hayal âlemine dalmışım.
Ve çocukluk yıllarıma dönmüşüm.
Okuldan yürüyerek eve geliyorum. Yaşadığım zamanda
olsa, istersem servise binebilirim.
İstersem toplu taşıma araçlarıyla gelebilirim. Ailem ihtiyaçlarımı
karşılayabilir. Ama annemin dediği gibi servise binmek bu devirde lüksmüş onun
için yürüyerek gelmeliymişim. Neyse bu şartları da kabul ederek eve yürüyerek
geliyorum.
Annem elimi yüzümü yıkamam için beni
ilerdeki mahalle çeşmesine bidonla su almaya gönderiyor. Okul çantamı bırakarak
su doldurmaya gidiyorum. Annem kazanla
su ısıtıyor ve ben banyo yapıyorum. O arada derslerimi yapmak istiyorum, ama
evde ki mum ışığı bazen yetersiz kalıyor.
Annem ne yapıyor diye sesleneceğim ama
annemin beni göresi yoktu. Çünkü kazanda ısıttığı su ile kirlenen
çamaşırlarımızı yıkıyordu, o bitince de
tepeleme bulaşıkları yıkayıp akşam yemeğini hazırlayacaktı.
Onu görmek için randevu bile alamazdım.
Çünkü annem çok yoğundu.. Babam ise işten yorgun argın gelmiş, yemeğini
yedikten sonra uyuyakalmıştı. Tabii tek başına bu evin yükünü çeviriyordu.
Bazen onunla ülkenin sorunlarını konuşmak istiyordum. Ama ne başbakanı, ne
cumhurbaşkanını görmüşlüğüm vardı. Bazen eve giren gazeteden okuyabiliyordum
ülkede ne olup, ne bittiğini. Bazen
radyo denen bir aletle eve ses geliyordu.. Çok monoton, rutin bir yaşamdı
bizimkisi. Sobaya kömür taşımakta cabasıydı. Çoğu zaman eve gelince ev soğuk
oluyordu. Çünkü nedense bacamız tütüyordu. Annemde o kadar temizlemişti oysa...
Elleri nasır içindeydi. Kömür tozu hem
ellerine, hem perdelerine sindi diye söylenirdi hep.
Memleketteki halamızla, teyzemizle
mektupla haberleşirdik, seslerini hiç bilmeksizin. Anneme hep sorardım, “muz
çok mu pahalı anne neden 1 tane bile alamıyoruz” diye, madlen çikolata hep
karşımızda oturan zengin komşumuzda olurdu bayramları. Of ne zorlu bir yaşam derken silkiniverdim
birden..
Neyse
ki teknoloji çağının geçişlerini gören bir nesil olmuşuz ve 2000’li
yıllardayız.
Bu yazıyı yazarken çamaşırlarımı makineye atmış,
bulaşıklarda ona keza makinede yıkanıyor.
Aynı anda televizyondan başbakanının konuşmalarını dinleyebilir, yorumda
bulunabiliyorum. Çalışan biri olarak evime katkıda bulunuyor daha rahat bir
geçim sağlıyorum. Soba, kömür o da ne demek, dünyanın bir ucundan gelen
doğalgazla evim sımsıcacık. Memleketimizdeki halamızla, teyzemizle neredeyse
her akşam görüntülü konuşabiliyorum.Her gün gördüğüm içinde yaşlanmış ve yıpranmış
gelmiyor; onların sesini özlemiyorum. Muz, çikolata deseniz her şey o kadar
alınabilecek düzeyde.. Param yoksa bile marketten çocuklarıma istediğim kiloda,
üstelik 1 tane bile alabiliyorum.. Ben kendi adıma diyorum ki, iyi ki o
devirlerde yaşamamışım. Seviyorum bu teknolojinin nimetlerini, bilgisayarı,
ulaşımın kolaylığını.
Bu
kısa hayalden sonra, teknolojinin nimetlerini şöyle daha da açabiliriz.
Bir ülkenin gelişmesini gösteren en
önemli şey, sanayinin gelişmesidir.
Sanayisi gelişen ülke geri kalmışlıktan kurtulmuş demektir.
Çocuklarımız rahat arabalarla okullarına
giderek, sıcak sınıflarda dersler yaparak bu nimetlerin yok olduğu zamanı bilemiyorlar.
Kömürle ısınan bir derslikte ders
yapmak, ya da soğuk bir sınıfa girmek onları mutlu edecek mi? Bir gün için
yanmayan kaloriferle söylenen veliler, çocuklarının içinde bulunduğu nimetlerin
tadına varmak için onu yok mu sayacak. Gazetelerden takip ettiğimiz üzere, doğuda
sobayı yakmaya çalışırken yanan bir öğretmenin haberi teknoloji içinde bulunan
bizleri hiç mi üzmüyor? Yoksa teknolojiyi bir kenara iterek ilkel metotlarla
kendimize işkence etmek, sobalı dersliklerde ders yapmak bizi daha mı mutlu
edecek?
Elimizde adeta bütünleşen cep
telefonlarının varlığı sizi mutsuz mu ediyor? Ailelerinizle hemen haberleşmek,
elinizdeki küçük aletlerle yüzlerce fotoğraf çekmek, kamera çekmek, müzik
dinlemek ve fotoğraflarınızı anında bilgisayara yüklemek yani kısaca kişisel
tüm ihtiyaçlarınızı bu küçük aletle karşılamak sizi mutsuz mu ediyor? O zaman
cep telefonlarımızı hemen çöpe atalım. Ya da daha insaflı davranayım, artık en
eski model cep telefonuyla yetinelim, niye yıllar geçtikçe telefonlarımız
eskidi, fotoğraf çekemiyoruz diye yakınarak yeni model alıyoruz. Teknoloji sizi
mutsuz ediyorsa ilk önce cep telefonlarımızı bırakmakla başlayalım işe.
Yarışmalarda
süreyi tespit ettiğimiz kronometre yerine, içimizden 100’e kadar sayarak zamanı
tespit edelim,
Teknolojiyi savunan bir kişi olarak,
yazılarımın konusu hakkında bazı bilgiler için,
bilgi kaynağı internet ortamından yararlandım, düşüncelerimi Word’de
kâğıda döktüm ve yazıcıdan çıktı aldım. Siz teknolojiden mutsuz iseniz, çocuklarınızın
ödevleri için, kütüphanelere gidip ansiklopedilerden konuları araştırın ve
sayfalarca yazıyı elinizde not alın. Eminim bu sizin uzun zamanınızı alacaktır.
OKS ve ÖSS sınavlarına girdi
çocuklarımız. Sonuçlar teknolojinin çabukluğu sayesinde elimize ulaştı. Elle
hesaplama yönteminde bu kadar emin duygular yaşayabilecek miydik? Ve bu kadar kısa bir sürede sonuç alabilecek
miydik?
Teknoloji hayatı tanıma sanatıdır
bence. İnternetle tüm dünya ve ülkemizdeki gelişmeleri izliyoruz. Yani bilgi
kaynağına ulaşabiliyoruz. Hayatı tanıyoruz, dünyayı elimizin altından
keşfediyoruz. Gitmek istediğimiz yerleri önceden inceleyerek, daha bilgili bir
gezi sağlayabiliyoruz.
Birde teknolojinin manevi yönüyle ele
alırsak, en uzaktaki akrabalarımızla, memleketteki halamızla, yurtdışındaki
teyzemizle hiç özlemeden, evimizden, her gece istediğimiz saatte ve istediğimiz
kadar görüntülü ve sesli görüşebiliyor. Özlem giderebiliyoruz.
Yıllar önce mektupla yılda bir kere
haber aldığımız, telefonda bile sesini duyamadığımız yakınlarımızla, bırakın
görüşmeyi, her gece evde ne pişirdi, çocukları nasıl, yarın nereye gidecek
hepsini hemen öğreniyoruz. Maneviyatta tüm yakınlarımızla ilişkimizi sıcak
tutuyoruz. Onlara Türkiye’den ve memleketlerinden güzel haberleri anında
verebiliyoruz.
Yine çocuklar muz istediğinde, eskiden pahalı olduğu
için alınamayan bu meyveyi, şimdilerde paramız yoksa bile marketlerde dijital
tartılar sayesinde 1 tane bile tarttırabiliyor ve çocuğumuz mutlu edebiliyoruz.
Ormanlar yok oluyor teknolojiyle diyenlere, yok olan
ormanların yerine belki en kısa zamanda ağaçlandırabiliyor, çıkan orman
yangınlarını da teknolojik aletlerle anında söndürebiliyoruz.
17 ağustos 1999 yılında deprem yaşayan ülkemiz 7,4
şiddetinde bir depremde büyük kayıplar verirken, 98 aktif fay üzerine kurulmuş Japonya’nın
başkenti Tokyo’da 10 katlı binalar bile teknoloji sayesinde neredeyse depremi
hissetmiyor ve daha yüksek şiddetteki depremlerde bile can kaybı vermiyor
olması teknolojinin önemini sizce de daha da iyi vurgulamıyor mu?
Hastalıklarda yaşanan teknolojik
gelişmelerle kansız ameliyatlar başarabiliyor, ilerlemeden tüm hastalıklara
önlem alabiliyoruz. Eskiden ölüme sebep olan ufak hastalıklar şimdilerde
teknolojinin tespitleriyle başlamadan bitirilebiliyor. Anne karnında bebeklerin
doğmadan tüm taramaları yapılarak daha sağlıklı bir nesil yetiştiriliyor.
Teknolojik gelişmeleri, insan hayatındaki manevi
yönünden böyle değerlendirirken, sorarım size...
§ Bir kadının çamaşırlarını elle yıkamak mı, yoksa son
model bir makine de 20 dakikada yıkamak mı mutlu eder.
§ Televizyonunun yaşamımıza girmesiyle dünyayla daha
içli dışlı olmamız mı, yoksa her şeyden bir haber olmamız mı insanları mutlu
eder,
§ Isınmak için odun-kömür taşıyarak soba yakmak mı,
yoksa doğalgaz gibi eve geldiğimizde bizi sıcacık bir ortam mı daha mutlu daha
mutlu eder,
§ Yakınlarımızla senede bir sadece mektupla haberleşmek
mi, yoksa her akşam bilgisayar dünyasından görüntülü ve sesli haberleşmek mi
daha mutlu eder,
§ Eskiden güvercinlerle haber gönderirken, şimdi telefon
ve bilgisayar aracılığıyla saniyede haberleşmek mi sizi daha mutlu eder,
§ Evden ayrılan yakınlarınızın nerede olduğunu merakla
evde beklemeniz mi, yoksa hemen cep telefonundan bilgi alarak rahatlamanız mı
sizi mutlu eder,
§ Develer ve atlarla günler alan yolculuklar mı,
otobüslerle gidilen yolculuklar mı, yoksa uçakla 1 saatinizi alan yolculuklar
mı sizi daha mutlu eder,
Yaşasın
teknoloji, yaşasın nezih yaşam diyorum. Ama nostaljiyi sevenler!
Sizi unutmadım. Köşemde sizlere “Kuş
Hatıraları” adlı şiiri sunuyorum. Şiiri de okuyunca o yılları da özlemle değil,
hoş bir duyguyla anıyorum ve diyorum ki “Yaşamın Yaşamaya değer olduğunu ve
isterseniz mutlu olabileceğinizi öğrenin”. Bu size yeter.
Kalın
sağlıcakla...
KUŞ HATIRALARI
Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
bahçemizden ishakkuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.
Kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.
Yerli malı kullanan
yurdun üç tarafı denizlerle çevrili
kuruüzüm incir fındık
tütün çay narenciye kavun-karpuz yetiştiren
kuru üzüm ve inciri satan
karşılığında
çamaşır makinesi radyo ve otomobil alan
bir toprağın fertleri...
Biraz yoksul biraz mütevekkil
biraz mahcup biraz kırılgan
biraz naif ama hep umutlu...
Özlerdik.
Memleketteki halamızı
ince doğranmış bir dilim pastırmayı
yurttan sesler korosunu
akşam komşuluklarını
radyo tiyatrolarını
sabah ezanını
kalaycıyı bozacıyı
münir nureddin şarkılarını
orhan boran yarışmalarını
kandil gecelerini duvar sarmaşıklarını
bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
okul önü koz helvalarını
akşam oturmalarını
ve hayatı...
Top oynardık
ip atlar kedi kovalar
taşlarla birbirimizin başını yarar
mahalle savaşları çıkarır
gece olunca da tutar babalarımızın elinden
yazlık sinemalara gider
Sadri Alışık Vahi Öz
Belgin Doruk Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozları içer
güler eğlenir bağırır çağırır
dönerken yıldızları sayardık.
Biz sıkı çocuklardık.
Hepimizin birer yıldızı vardı
onlara isim takardık
onlar da bize isim takardı
pus ve dumandan önce bu şehrin
geceleri gökırpan ve isimleri takılan yıldızları
vardı.
Benim yıldızıma Mehlika adını vermiştik
biz kimseden yana değildik.
Kimsenin de kendinden yana olmasını istediği birileri
olmazdı
Bir değirmendeydik
öğütülen
öğütülürken türküler söyleyen
buğday başaklarına benziyorduk.
Ben
çorbalardan tarhanayı
yemeklerden kurufasulyayı
sigaralardan Harmanı
belki bunun için çok sevdim.
Yollar bozuk musluklar bozuk
ziller bozuk paralar bozuk
ama adamlar sağlam idi.
Bu şehrin yıldızları vardı.
Saçlarına kurdelalar takan
çivitle yıkanmaktan aşınmış beyaz çoraplarına
leke bulaşmasın diye su birikintilerinden sakınan
gözleri önünde
yürekleri ve beslenme çantaları ellerinde
küçük çocukları vardı bu şehrin
bu şehrin yıldızları vardı.
Ben Fenerbahçeyi amcam Vefayı tutardı.
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi.
Taksimden Fatihe troleybüs kalkar
Şişhanede mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor ve fakat çok matraktı.
Muammer Karacan’nın adına bir tiyatro binası yoktu
bizzat kendisi vardı.
Başımız ağrırdı komşumuz vardı
gönlümüz daralırdı komşumuz vardı
Çorbamızı umutlarımızı
memleket kadar kalbimiz paylaştığımız komşularımız
vardı.
Geceleri bekçimiz
gündüzleri sütçümüz
bizim kadar zayıf da olsa
nohuta ve makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
ceplerimizde kırık misketlerimiz
çamur bulaşığı ellerimiz
ve gülümseyen bir yüzümüz
kimseye göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
biraraya gelerek çektirebileceğimiz
bir aile fotoğrafımız vardı.
Bir sabah bütün iyi şeylerin
Ayvansaray iskelesinden
hayal ülkesine doğru demir alan
bir şirket-i hayriyye vapuru gibi
aramızdan ayrıldığını gördük
Sonra Ayvansaray’ın sularının çekildiğini yazdı
gazeteler.
Süheyla hanımın Raci beyin
Melahat mehveş ablanın
Niko’nun Ercüment efendinin çekildiğini ise
yazmadılar nedense.
Ama yok ama yoklar.
Ne Harman sigarası kaldı geriye
ne Olimpus gazozu
ne Sadri Alışık.
Kalan bir tortuydu belki.
Belki kırık bir rüya denizi
belki suya düşürdüğümüz suretimizin
cep aynamıza nüktedan bir yansımaydı herşey.
Herşey Maltepe sigarasının
hep arandığında
her bakkalda bulunabilmesi ile
büyüsünü kaybetmişdi belki de .
belki de biz bir rüya mı görmüştük?
Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum.
Ama rüyalarımızın melekleri
ve soframızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?
İbrahim SADRİ