25 Aralık 2014 Perşembe

KRAVATIN ERKEK BOYNUNDAN, YUMUŞAK BİR GEÇİŞLE KADIN BOYNUNA TRANSFERİ,

Kravat bizim iki yakamızı bir araya mı getiriyor? Yoksa boğazımızı mı sıkıyor?  Peki kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu var mıdır? Eğer iki yakayı bir araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor?

İşte kravatın tanımlamasının bu son cümlesinde  ben devreye giriyorum. Kadınlar niye takmıyor?.. Artık böyle bir şey yok.. Eşinizin, babanızın, erkek kardeşinizin boyunlarını  süsleyen kravatlar artık yumuşak  bir geçişle bizim boyunlarımıza geçiyor. Kravatın bayan sunumu işte karşınızda.


Ben yukarıdaki resmi gördüm, uyguladım. Biraz estetik olmadan hızla çalıştım ama.. Siz hayal gücünüzle çok güzel uygulamalar yapabilirsiniz. İşte benim silikon tabancasıyla 5 dakika da kolyeye dönüşen,  önce eşime ait olan, şimdi benim boynuma yumuşak bir geçiş yapan kravat fularım.



Kravatın fular haline dönüşüyle kravatın çıkış hikayesini merak ettim. Her yeni bir gün yeni bir şey öğrenmenin başlangıcıymış ya, bundan yola çıkarak kravatın tarihçesini inceledim.

Kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister inanın, ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü varmış. Bizim Osmanlılar yenilmese belki de böyle bir kutlama olmayacak, kravatta ortaya çıkmayacak. 

Rivayete göre;

1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak Paris'e götürülmüş ve kralın huzuruna çıkarılmışlar.  Bu askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlar, ancak bu mendiller Romalılar devrinde hatiplerin, ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları mendillere benzediği için kral çok beğenmiş ve krallık kravatları takan bir alay kurmuş. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki “Croat” kelimesinden türemiş. Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçramış,  Hiçbir centilmen boğazına bir şey sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyormuş. Kravat o zamanlar o kadar yüksek bağlanırmış ki,  insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlarmış. Ama kravatın kılıç darbelerine karşı boyunlarını koruması çok işe yaramış.  


Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korumuş,  yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirilmiş, 1960 yılında gençliğin baş kaldırmasıyla gözden düşse de 1970’lerde ise patronların kravat takması sonucu, tüm çalışanlara şart olmuş,


Bugün itibariyle hedefim, erkekler çalışırken kravat takarken, bayanların da kravatı boyunlarında bir aksesuar olarak takmalarını sağlamak. Yani kravatın önlenemez yumuşak bir yükselişine şahitlik etmek.. Hadi bayanlar dolaplarınızı aralayın. Sessizce kravatlarınızı boyunlarınıza takın.

18 Aralık 2014 Perşembe

YAVUZ SULTAN SELİM'İN MATRİX ŞİİRİ


MATRİX ŞİİR.

 Önceleri duymuş muydum? Hayır. 

Bir hocamızın bu şiiri paylaşmasıyla, bu şiirden haberim oldu.
Lise sıralarında edebiyat derslerinde işlediğimiz konuların, yıllar sonra daha duyarlı bir şekilde okumanın güzelliğiyle şiiri tekrar okudum.
Şiir yazmadaki ustalığını bildiğim Yavuz Sultan Selim'in, matrix şiirindeki ustalığı gerçekten de şiir dünyasına örnek olacak bir çalışma..


Sanma Canım Herkesi Sen Can-ı Dilden Yar Olur

Herkesi Sen Dost mu Sandın Belki Ol Ağyar Olur
Can-ı Dilden Belki Ol Alemde Bir Dildar Olur
Yar Olur Ağyar olur Dildar olur Serdar Olur

Yavuz Sultan Selim'in bu şiirinde aşağıda açıklandığı üzere; şiir soldan sağa okunduğu gibi sırasıyla birinci mısradan itibaren, bölünmüş kelimeleri alt alta getirdiğimizde yine anlam bütünlüğü bozulmadan şiir bütünlük içinde yukarıdan aşağı da sırasıyla aynen okunmuş olur.

Şiir sanatında bu ilk ve tek bir örnek olduğunu gördük.

Şimdi yukarıdan aşağıya okunur durumuna bakalım.

1.) Sanma şahım/ herkesi sen/ sadıkhane / yar olur

2.) Herkesi sen/ dostum sandın/ belki ol/ ağyar olur

3.) Sadıkhane/belki ol/ alemde/ dildar olur

4.) Yar olur/ ağyar olur/ dildar olur/ serdar olur

Yukarıdan aşağıya;

1.) Sanma şahım

herkesi sen

sadıkhane

yar olur

2.) Herkesi sen

dostum sandın

belki ol

ağyar olur

3.) Sadıkhane

belki ol

alemde

dildar olur

4.) Yar olur

ağyar olur

dildar olur

serdar olur

soldan sağa 1.mısra,yukarıdan aşağıya 1. sırayı

soldan sağa 2.mısra,yukarıdan aşağıya 2. sırayı

soldan sağa 3.mısra,yukarıdan aşağıya 3. sırayı

soldan sağa 4.mısra,yukarıdan aşağıya 4. sırayı

oluşturur ve şiir soldan sağa ve yukarıdan aşağıya sırasıyla anlam ve sıralama değişmeden okunur.

Yavuz Sultan Selim Han bu beyiti Şah İsmail'e yazmıştır.

Hikayesi şöyledir:

Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar. Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırken de bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır.


Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler veilave eder: " atacaksan tokadı
böyle atacaksın. "(alıntı)

Bu güzel bilgileri internette paylaşan tüm şiirseverlere teşekkür ediyorum. Ama öncelikle şiiri bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olan Sayın Prof. Dr. İmer Okar hocama saygılarımı sunuyorum. Güzel bir bilgiyi paylaşıma açtığı için.

28 Kasım 2014 Cuma

SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİNİN ÖNEMİ




Bir insanı hiçbir menfaat ve maddi karşılık beklemeden ne mutlu edebilir. Eskilerde imece, komşu yardımı v.s. adlarla anılan yardımlaşmalar,  şimdilerde SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ adı altında gündemimizi oluşturuyor. Sosyal Sorumluluk Projeleri tüm insanları duyarlı olmaya itiyor. Yaptığınız işten mutluluk duyuyorsunuz ve en önemlisi de bunun sizde sorumluluk verdiğine inanıyor ve bunu etrafınıza hiçbir menfaat gözetmeksizin yayıyorsunuz. 

Bunun en güzel örneklerini de Üniversitelerimiz veriyor. Bir vakıf üniversitesinde görevli olan, bu işe gönül veren Öğretim Görevlisi Uzman Perihan Eren  Bana'nın gerek engelliler için yaptığı, gerekse çevre konusunda yaptığı çalışmalar gerçekten de takdir-e şayan bir örnek.

Engellilere engel olmadan yaşamaları adına yaptıkları çalışmalarını çok güzel bir gazete ile duyurmaya çalışıyorlar.

Gazetenin logosu benim en ilgimi çeken bölümlerden biri  oldu. Engellileri yaşam içerisine bağlayan RAMPA'ları yazı karakterinde kullanılmasının çok doğru bir seçim olduğunu düşündüm.  
Merdiven inip binme bir engellinin en zorlayıcı engeli olduğu için, rampaların onların yaşantısındaki önemini sergileme adına çok görsel bir çalışma olmuş. 
Sizin düşünmeden yaptığınız günlük hayatınızdaki koşa koşa merdiven inme/çıkma eyleminin onların yaşantısında rampayla mümkün olabileceğini hatırladım.  


Bu sayfayı takip etmenizi öneriyorum.

Ayrıca ikinci takdir ettiğim önemli bir projede; 

Beş bin ev kadınına çevre farkındalığı ve kaynağında ayrıştırmanın önemi konusunda eğitim vermeyi amaçlayan “Evlerden Evrene Çevre Bilinci Projesi’nin” hayata döndürülmesi.. 

Bu proje, Çevre Bakanlığı, ÇEVKO Vakfı, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Zeytinburnu Belediyesinin gerçekleştireceği bir proje. 




Beşbin ev kadınına ulaşıp bu duyarlılık alıştırabilinir mi bilinmez... Ama çalışmalar en iyiye en güzele doğru.  Ben hem çalışan hem iş kadını olarak çevre projesine yaptığım  küçük bir katkımı anlatayım sizlere... Ben öncelikle kızartma yağlarını lavabolara dökmeyerek, pet şişelerde biriktiriyorum. Belli zamanlarda da belediyelerin toplama  araçlarına gönderiyorum.

"En iyi arıtma, suyu kirletmemektir" diye bir slogan vardır ya.. Ben beklentimi öncelikle evreni kirletmemekle başlamanın ilk adım olarak çok doğru  olduğu fikrinden  yola çıkarak; kadınlarımızın evlerden evrene projesine desteklerini bekliyorum. 




27 Kasım 2014 Perşembe

TANE DE SAKLI KEYİF (KAHVE)


Hoş... kahve kokusu gibi mis.... keyifli  gibi bir yazı yayınlayayım dedim bugün. Eminönü’ndeki Mehmet efendiden yeni kahve alınıp eve gelinmiş, kahve kokusu buram buram burnunuza gelmiş ve hemen bir kahve pişirmiş de yazıyı okumaya öyle başlamış gibi düşünün kendinizi. Amaaaan ya da kalkın bir kahve yapın geçin okuyun canım.. Hadi bakalım.

Her kahve aynı tadı taşımaz.... Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona göre değişir...
Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtiğin kahvenin tadı kederlidir... Kahve  telvesine yüreğinin acısı karışır.   
Bir pazar öğle sonrası annenin "hadi bir kahve yap da içelim" dediği kahve huzurludur...Köpükler annenin göz bebeklerine yansır...Dudağının kıyısındaki kalan küçük bir gülümsemedir...


Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşünülen kuyudan çıkma çabasıdır... Koyu kıvamlı  kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın. Çıktığın an uyuyakalırsın... ferahlıktır!!!
Dostlarla içilen kahve neşedir... Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...
Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır...Acıdır tadı... Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...
Baban için yaptığın kahve sevgi doludur... çay bardağında, az şekerli...Kahve gibi görünmez sana... Ama sıcaktır  dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...
 Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve başkadır... Isıtır insanın...içini...
Yorgun olduğunda içtiğin kahve hafifletir seni... Kendine getirir,unutturur günün ağırlığını...
Kahve aynı kahvedir belki... köpüğüyle, rengiyle,dumanıyla aynı kahvedir ama içilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer ve tadları değişir...
Her kahve aynı değildir bu yüzden...
 Ben de sizleri sevgiyle pişirilen bir kahve içmeye davet ediyorum. Akşam, öğle öncesi, sonrası ya da gece kahvesi. Ne zaman isterseniz..
 Dostlukla yudumlayacağımız  bir kahve molası vermeye ne dersiniz???
Sizin kahveniz nasıl olsun ???


Yukarıdaki yazı hoş bir yazı.. Yıllar öncede bir sergi vardı kahveyle ilgili...”TANEDE SAKLI KEYİF” adlı bu sergiden aldığım yazıları da sizinle paylaşacağım şimdi.....

Ağanın oğlu tutturmuş, "En güzel, en lezzetli kahveyi yapan kızla evleneceğim.
Yörede aranmış, en iyi kahve yapan kızı bulmuşlar. Ağanın  oğlu da kahvesini beğenmiş, ama kız istemiyor.
Kız açıklamış,”Ben ona güvenip evlenmem, çünkü, suyu kahveden önce damağını temizlemek için içmeyip de kahveden sonra içen adam, kahvenin tadını, lezzetini nasıl bilebilir ki.”
Kahvenin asıl tadı fincanı bitirip yerine koyduktan sonra damakta kalandır. Gerçek kahve tiryakileri ”biraz önce kahve içtim” diye üzerine gelecek her türlü ikramı red edip,  kahveden sonra değil, kahveden önce su içerler.
Kahve gerçekten bir efsane.... “Çok zaman önce Yemen’in yüksek yaylalarında Kaldi adında bir çoban yaşarmış, Günün birinde çoban keçilerin bir ağacın kırmızı meyvelerinden yediğini ve canlılıkla sıçradıklarını görmüş. Keşişlere durumu anlatmış, Kesişle bu meyvayı suda kaynatmışlar ve canlılık, çeviklik anlamında olan “KAHVA” adını vermişler.
Tabi tek efsane bu değil... Daha gizemli olanı, kahvenin bir sufi şeyhine dayandığı. 15 yy.da Sufi Şeyhi Ali B.ÖmerEl-Şazeli’nin yaşam öyküsünde. Habesiştan Şeyhi olan bu zat bitkin düşen denizcileri bu sihirli çekirdekle ayılttığı için kahvenin Yemen dışında yetiştiği söylenir.
Ayrıca kahve az içilirde, her zaman elimizin altındaki çayla aralarındaki fark nedir fark nedir diye düşünebilirsiniz?
*Çaydan geriye kalan sohbetimizin tadı, kahveden ise kahvenin tadı.
*Kahve kokudur... Önce koku. Kahveyi dilden damaktan önce burun sever. Ama kokulu çayı herkes sevmez.
*Kahvede güzel sürprizlere açık çağrı vardır. Kimi zaman insan sesine bürünür bu çağrılar: Bunlardan biri “Hadi, söyle bir çay içelim”dir. Öteki ise daha ılıktır, daha derindendir: “Gel, bir kahve iç! Sonra gidersin...


Ben de sonsöz diyorum ki, kahve ile başlanan keyifinize,  “Serpille hayata dair” sayfasını okumanın da keyfi eklensin.. Bu sabah keyfiniz bol olsun.. 

14 Kasım 2014 Cuma

HIDRELLEZ TİYATRO OYUNUNA TEZ VAKİT GİDİLE.



Devamlı tiyatroya giden biri olarak; son zamanlarda Şehir Tiyatrolarında beni cezbeden çokta güzel oyun çıkmıyor diye hayıflanırken, bu akşam gittiğim  HIDRELLEZ  oyunu beni yanılttı.  Bir dönem Devlet Tiyatrosunda seyrettiğim Kadı oyunundan sonra ilk defa bir oyun beni bu kadar eğlendirdi,  tebessüm ettirdi, hüzünlendirdi ve yerimde göbek attırdı demeyeceğim ama  ramak bıraktı.




Bir Roman hikayesi olan oyun  yerinizde göbek attırmaya meyilli iken, diğer yandan da  gözyaşlarınızı belki de tutamayacağınız hüzünlü bir aşk öyküsü.
Dekor, kostüm, müzik, sanatçılar, herşey çok güzel bu oyunda. Balık Ayhan’ın müzikleri de oyunun temposunu bayağı bir yüksek tutuyor. 

Vallahi sürekli bir kıvrak ritimler çalarken yerimde, kıpırdanmadan durmak çok zor oldu benim için. Selam sahnelerinde bile harika bir performans sergileyen oyuncularla beraber bizde biraz yerimizde kımıldanmadık değil yani.. Hele Tinke teyze rolündeki oyuncunun o selamlama sahnesindeki figürleri vallahi  benim diyen dansçılara taş çıkartırdı.

Yönetmen Ali Yaylı “Bu oyunda kahır ve acı içinde yaşayan ama bu hayata direnebilmek için eğlenen, eğlendiren, hayatla, düzenle ve kendileri ile dalga geçmeyi başaran bizim Romanlarımızı anlatmaya çalıştım”  demiş ve bunu da başarmış.


Hıdırellez  Meriç nehri kıyısında yaşayan coşkulu "Romanlar"dan hüzünlü bir aşk öyküsü..."Hıdrellez", ruhu ne kadar özgür olursa olsun, sevdiğinin gönlünde tutuklu kalan genç bir kızın çaresizliğini ve yalnızlığını konu alırken, bir dönemin siyasi acılarına da tanıklık ediyor.


Oyunda herkes mi bu kadar güzel oynar, herkes mi bu kadar roman.. oyuncular mı bu kadar müzisyen. müzisyenler mi bu kadar oyuncu... Herkes muhteşem. Yani tek kelimeyle harika bir oyun. Dahası gidin seyredin. Balık Ayhan’ın güzel müzikleriyle işten çıkışta gidip stres atacağınız muhteşem bir oyun.

11 Kasım 2014 Salı

DİĞERLERİNİN MASKELERİNE KARŞI, ONUN SADECE RÜYALARI VARDI.........


RÜYA VE MASKELER DANS GÖSTERİSİ

Türkiye Omirilik Felçileri Derneği Sanat Atölyesi'nin  bir Vakıf Üniversitesinde gerçekleştirdiği RÜYA VE MASKELER oyunu görülmeye değer bir şahaserdi  

Diğerlerinin maskelerine karşı, onların sadece rüyaları vardı.. sloganıyla hazırlanan oyunda yapılan dansları gördüğünüzde, dans yaparken engel olmadığını anlıyorsunuz.  
Oyunun sanat danışmanlığını Tan Sağtürk üstlenmiş. 

Rüya ve Maskeler, engellenerek yaşamaya zorunlu bırakılmış amatör bir dansçının toplum baskısı olmaksızın, özgürce ve dışlanmadan dans edebilmek için verdiği mücadelede karşılaştığı güçlükleri anlatıyor.


Yukarıdaki, sevdiği kişiyle dans eden bir kişinin sağlam biri geldiğinde terkedilişini, onunda terk edildikten sonra piyanonun başına geçerek güzel bir parçayı çalışını ve daha başka yeteneklerini de olduğunu vurguladığı sahne görülüyor.

Hikayenin özünde, mücadele edildiğinde toplum üzerinde nasılda etkileyici rolde olunabildiğini, empati yapıldığında birlikte aşılamayacak  hiçbir engelin bulunmadığını anlatmayı amaçlıyor.


Engelsiz dansçıların empati yaparak, engelli dansçıların sorunlarını aşmada oynadıkları rolünde anlatıldığı projede, Rüya ve maskeleri sergileyen ekip, 5 ortopedik engelli, 1 işitme engelli, 7 engelsiz 10 dansçıdan oluşuyor. Gösteriye Omirilik Felçliler Derneği başkanının ve Üniversitenin Öğretim Üyelerinin katılımı gösteriyi daha da renkli hale getirdi.


Kendilerini ve oyunlarını anlatan broşüre aşağıdaki duyguları yazarken sizde gerçekten empati kuruyorsunuz. 

"Toplum, her bireyin gönlüne göre yaşadığı, kendini gerçekleştirebildiği bir sosyal alan mıdır, engelleri sebebiyle ötekileşmiş olanların yaşamını daha da güçleştiren içten içe sevgisizlikle boğuşan bir kalabalığın oluşturduğu dev bir organizma mı?

Sokağa çıkın, otobüse binin, binalara girin, merdivenlerden çıkın, yatağınıza uzanın. 

Tüm bunlar hergün sayısız defa yaptığınız, üzerinde düşünmeye bile gerek görmediğiniz eylemlerden başka bir şey değil. Şanslısınız.

Bazılarımız için yatak fazla yüksek bir tepe, sokaklar hareket etmenize izin vermeyen yerler, insanlarsa maskelerinin ardında yüzleri unutulmuş olanlar haline gelmiş. Bedensel-zihinsel engellerimizle birlikte özgür olmak, imkansıza yakın.

Ama imkansız dediğimiz, olanaklıya dönüşmeyi bekleyen bir kelimeden başka nedir ki?

Karşımızdaki dansçılar hepimize kim olduğumuzu, etrafımızdaki engelli bireylere nasıl yaklaştığımızı, insan olmanın ne demek olduğunu bir defa daha soracaklar. Çünkü bazı şeyleri görmezden gelme eğilimine karşı koyamayanlarız. Sahne üzerinde profesyonellerle birlikte dans eden dansçılarımızı izleyin. İmkansızı olanaklıya çevirmenin yolu hala karşımızdakini anlamaktan geçiyor. "




 Yani özün kısası, 5 ortopedik engelli, 1 işitme engelli, 7 engelsiz 10 dansçıdan oluşan bu grupta, tüm dansçıların aynı olduklarını görüyorsunuz. Aynı çabayı sarf ederken, aslında birbirlerine şehir içinde yabancı olan insanların, birbirlerinin zorluklarını görmeyen insanların sahnede nasıl da devleştiğini görüyorsunuz. Sizin kolay elde ettiğiniz bir şeyi onların nasılda tırmalayarak kazandığını görüyorsunuz..

Empatiyi sadece yazıların içerisinde görerek uygulamayı değil, bu oyunu seyrederek onların yerine koyarak yaşamak isterseniz, RÜYA ve MASKELER oyununu seyredin.. 




23 Ekim 2014 Perşembe

PELİN'LE NEYİ Mİ ÖĞRENDİM?






22 Ekim 2014 Salı Günü bir Üniversitede çok duygulu bir törene tanıklık ettim.
Pelin hayallerinin peşinde koşmanın, birgün isteklerimize kavuşabilmenin aslında pekte uzak olmadığını öğretti tören boyunca bana.

Küçük yaşlarımızda istediğimiz bir şeye kavuşunca şükr'ün yüceliğini öğretti.
Küçük kızımın yazdığı notları önemsememi öğretti.


Bu notların ileri ki yıllarda belki de dev bir eserin başlangıcı olabileceğini öğretti.
Aslında her çocuğun içinde bir inci saklı olduğunu, yeter ki biz anne ve babaların onu çıkarmasını çok iyi bilmemiz gerektiğini öğretti.

Eğitimin bir çocuğun hayata kazandırılmasındaki önemini öğretti.



İşte tüm bu duygularla ve gözyaşlarıyla bir Üniversite tarafından kendisine Fahri İletişim Doktora verildi. Kendisi down sendromlu kişilerin aslında çok farklı kişiler olduğunu öğretti.

Üniversitenin yeni yıldızı adıyla "PELİN" ismiyle onu neonlara yansıttı.

Pelin'in kitabı artık tüm kitapçılarda raflarda "YALNIZ DEĞİLİM ARTIK"

Bu kitap, birgün can sıkıntısından yapacak iş bulamayan bir elin, sayfaları karıştırmasıyla gün yüzüne çıkmamalı.

Bu kitap, herkesin okuyup ders alabileceği bir kitap olmalı.

Pelin'i tanımanın en güzel yolu aşağıdaki linki bir tıklama kadar yakın.

İşte PELİNCE, işte gökyüzünde belki de yalnız gezerken sahnelere peri yıldızı gibi inen PELİN ATAKAN.

http://www.yeniyuzyil.edu.tr/Haber/HaberDetay.aspx?NewsID=495
(linki tıklatmanız Pelin'i tanıyabileceğiniz en kısa yol)

7 Ağustos 2014 Perşembe

50 YAŞ

DÜN İTİBARİYLE 50 YAŞINDAYIM; BUGÜN İTİBARİYLE YAŞAYACAĞIM YILLARIN İLK BAŞINDAYIM. 


Sevginin tüm yaşamın anlamı olduğunu, insanı üzmenin günahla eşdeğer olduğunu, yaşamın çok değerli olduğunu anlaşıldığı 50 YAŞ.

İlk yirmi yılı hiç bir şey anlamadan aileye topluma kendini kanıtlamakla,


İkinci yirmi yılı iş güç çoluk çocuk, meslek, kariyer ve etrafını idare etmekle,

On yılı ise artık olgunlaşmak ve sevginin salt sevginin değerli olduğunu anlamakla geçer.

ELLİ yaşındaki insan; artık önünde tüm gücüyle yararlı olabileceği en çok on ya da yirmi yılı olduğunu çok iyi bilir.

VEEE arkasını dönüp baktığındaaaa; geçen ELLİ yılın hızından ödü kopar.

Önünde kalan yirmi yılında bu hızla geçeceğini çok iyi bildiğinden sevginin önemini anlar.

Mutlu olmanın, mutluluk vermenin yaşamın gerçek yüzü olduğunu gerisinin hikaye olduğunun farkına varır. ve yaşamında sevgiden başkasına yer vermez.

Kıısacası ELLİ YAŞINDA olmak; mutluluğa açılan kapının keşfedilmesidir.(alıntı)

50 yaşımda ALLAHIMA ŞÜKÜRLER OLSUN DİYORUM, bugüne kadar beni iyi insanlarla,ailelerle ve yeni dostlarla tanıştırdığın için...  


KORKMUYORUM YILLAR TEKER TEKER GELİN.
BİLMİYORSUNUZ Kİ BEN DAHA YOLUN BAŞINDAYIM BELKİ.

ÇÜNKÜ; 

40 YAŞ GENÇLİĞİN İHTİYARLIĞI, 50 YAŞ İHTİYARLIĞIN GENÇLİĞİ İMİŞ. (Victor Hugo)

Kalan yıllarımın başındayım, sağlıklı, huzurlu ve en önemlisi çocuklarımın mutlu geleceklerini görebilmek, annemle birlikte olabilmek, kardeşlerimden ayrılmamak, eşimle mutluluğun devamı dışında  başka bu yaştan sonra  insan, ne istenir ki hayatta..

28 Mayıs 2014 Çarşamba

3,5 KİLO

(OĞLUMA)

9 ay.... Bu laf benim lügatımda sadece espriden maruzdu. “Birini sevdin mi 9 ay 10 gün sonra 3.5 kilo kadar bir fazlalığın olacak” derdim şakayla karışık her genç kıza...
İşte bu 3,5 kilo kadar olan fazlalık, canımdan çok sevdiğim dizeler yazdıran oğluma ait...
Hastanede sancının vücuduma verdiği ağrılarla, yanıbaşımda bulunan aileme “ ne doğum, ne evlilik bana göre değil” demişim. Bana göre değil dediğim yavrum şu an 9 yaşında. (Bu yazıyı yazdığımda 9 yaşındaymış, 2015 yılı ve 23 yaşında) 
Ve ben her annenin o beylik sözünü söylüyorum.
“Seni iyi ki doğurmuşum”
Hayatın zor ve karmaşası içersinde olan bir arkadaşım “Dünyaya çocuk getirmek bence bencilliktir. Sevgi içgüdünü tatmin için çocukları dünyaya getiriyorsun” demişti. O gün olduğu gibi şimdide şiddetle karşı çıkıyorum. Bencillikte olsa ben bu 3.5 kiloya sahip olduğuma memnunum.
Onun sıcaklığını, kokusunu ve sevgisini, eşdeğer tuttuğum anne sevgisinde buluyorum. Anneme olan bağlılığım ve sevgim oğlumla bütünleşiyor. Anne-evlat sevgisinin yuvarlanarak kocaman, kocaman olan bir kartopuna benzetiyorum. Yuvarlandıkça kenetlenen, sıkı sıkı sarıldıkça büyüyen, ama yok olmayan, kaybolmayan, kar gibi beyaz ve tertemiz.
Hastanede, 3,5 kilo ve bebek takma adıyla  elden ele dolaşan öncelikle küçük burnu gözümün önünden gitmeyen bir canlıyı elime verdiler. Ağzını devamlı yiyecek isteyen balıklar gibi açan, kokusu dünyadaki en pahalı parfümde bile bulunmayan, içimden çıkıpta, içime sevgiyle sokmak istediğim bu varlık 9 senedir hayatımda...
Onunla her saniyem ve her dakikam birlikte geçmiyor. Bazen ömrümün geçen her gününü evladımla geçirmeliyim, onunla dolu dolu yaşamalıyım diye düşünüyorum. Anneme doyamadığım gibi aynı doyumsuzluğu yavrumda da hissediyorum.
Annemin evladı iken sevgim ölçülemezken, evladımın annesi olarak da bu sevgiyi ölçecek bir alet bulamıyorum.
Çünkü son sınırda durabilen ölçü aletleri benim bu iki varlığa olan sevgimi ölçmek için sınırı zorluyor, daha ilerisini istiyor.
9 yıldır birlikte olduğumuz yavrumla anılarımız  birbirinden güzel ve  o artık karşımda sohbet edebilecek genç bir  erkek. Bu düşünce beni ileri yıllara götürüyor.
Onun yüzüne bakıyor ve beraber olacağımız günlerin emekli yıllarıma geleceğini düşünürken, hep onu siyah takım elbise giymiş bir damat ve bayramlarda çocuklarını ellerimi öptürmeye getirecek bir baba olarak hayal ediyorum.
İşte hastanede bana verilen bu bebek bir gün  gelecek sevgimi teslim edeceğim, onu seven birine gidecek. O da evlenecek. Delikanlı olduğunda beraber olabiliriz, şimdi çalışmaktan görüşemiyoruz dediğim yavrum, ben onu beklediğimde o hayatın yollarına başlamış olacak. Ben geri dönerken....
 Benimde gözümün önünde 3.5 kiloluk, balık ağızlı hastanede teslim edilen ile siyah takım elbisede içimde yaşattığım delikanlı siluetli yakışıklı bir çocuk kalacak.
 Evladıyla övünen anne hazzını duyabilmeli insan...
Televizyonda, çocuğu üniversite sınavında birinci olan anneye tutulan o mikrofondaki kadının sevincini hissedebilmeli insan...
Kötünün annesi değil, iyinin annesiydim diyebilmeli insan...
Evladını teraziye koyduğunda ölçü bulamamalı insan...
Bakabiliyorsa doğurabilmeli insan...
Sevgisini verebiliyorsa, anne olmalı insan...
Anne kelimesinin anlamını iyi taşımalı insan..
Senin için ne zorluklara katlandım diye çocuğunu suçlamamalı insan.
 Oğlumun oynadığı Tiyatro Oyununun bir kuplesinde ne hoş söylemişti...
 “Ben Anne ve Babamın sevgisinin ürünüyüm”.
 Evet... O istemedi. Onlar bize Allah’ın vermiş olduğu lütuf... Öyleyse en iyi şekilde onu yetiştirebilmek görevimiz..
 Nasıl bir ressam eseriyle övünç duyabiliyorsa ya da bilim adamı yaptıklarından dolayı bir fayda sağlayabiliyorsa,
İşte bende Hastanede öpüp kokladığım 3.5 kiloyu yetişkin, olgun ve faydalı bir insan olarak yetiştirebilirsem mutlu olacağım. 3,5 kiloyu sevgimle büyütüp övüneceğim.

16 Mayıs 2014 Cuma

"ÇİZMELERİ ÇIKARAYIM MI? SEDYE KİRLENMESİN"

SOMA… 



Yunt dağı eteklerinde kurulmuş olan Soma, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurludur.  Manisa ilinin kuzey kapısıdır. Akhisar ve Kırkağaç ilçesiyle komşu olup, fay hattı üzerinde olduğu bilinir. Cevizli lokumu ve linyit kömürü oldukça meşhurdur.  Kara elmas diyarı da  derler oraya. Soma'nın madencileri  elleriyle çıkarır  kara elmasları. Bu yüzden kıymetli ve güzel bir ilçemizdir Soma.. 

Ahhh keşke böyle yazılsaydı, böyle tanınsaydı  SOMA..  Kara elmas çıkaran madencileri anlatsaydı belgeseller. 

Ama bu kez  maden çıkaramadı Soma.. Madenciliğin doğası denen ölüm yakıştı onlara.. Aslında Soma'da maden değil, en has madenci yetişirmiş meğer. Sedye kirletmekten utanan madenciler gibi asil yüreği temiz, yüzü belki de kara ama Orhan Veli’nin dediği gibi yüz karası değil, kömür karasına bulanmış yüzleri de, yüreği de güzel insanlar yetişirmiş. Bunlardan biri de yüreği kadar, dili de güzel olan Murat’mış . Teşekkürler Murat Yalçın.  Olayları izlerken, değişik yorumlara hayretle bakarken, siyasi hale getirenlere sıkılırken, yöneticiler neden empati kuramıyorlar diye hayıflanırken, o kelimeyi kullanman beni derinden  yaraladı. Ne duygulu ve ne saf bir sözcüktü  bu ağzından dökülen ve hemşireye karşı yaptığın o nazik tavrın.  “Çizmeleri çıkarayım mı, sedye kirlenmesin” Aşağıdaki videoyu muhakkak izleyin ve görün. 

Sanki ezilmişliğin müşfik itaakarlığı.. Bu olayda beni derinden yarayan söz. Sanki sedyede taşınmaya hakkı yok, madenden sağ çıktım, üzerim kirli, boşuna rahatsız etmeyeyim. Temiz çarşafları kirletmeyeyim.  Ahh Murat ahh.. Senin hakkın asıl. Kirlet olsun.. Sana olan ayıbımızı belki de bu şekilde örteriz.

Günümüzün popüler mesleği deniyordu ya.. İş Güvenliği ve İşçi Sağlığı… Sadece duvarları süsleyen bir belge midir bu acaba. Nerde bunu uygulayan işverenler.. Dün seyrettiğim haberde, sunucu şöyle diyordu. “Özel sektörün işlettiği bir maden ocağını daha lüks bekliyordum. Acaba maden ocakları böyle mi olmalı bilemiyorum. Haksızlık etmeyeyim yine de” diye soruyordu..

Yaşanan olay orada çalışan insanlarımızın ne kadar özverili ve masum duygulu insanlar olduğunu bana hatırlattı.

Dünyadaki hiçbir ressamın çizemeyeceği kömür yüzlü maden işçisinin gözlerinde kömür ateşi yandı  gerçekten de..

Yeraltında mayalanan acılar belki de yeryüzüne fışkırdı, neler yaşandığını bilemediğimiz o yeraltında.


Aklıma bu olayın acı yönünün dışında, işinden memnun olmayan şehir insanlarının aslında ellerinde ki nimetlerin değerlerini bilmemeleri geldi. Yıllardır memuriyet yaşamımda memurluk bana göre değil, durgun dingin diye şikayet eden ben, aslında nimetin içinde yaşadığım değeri bilmediğim geldi.

Soma, 

Kömür karasına büründü Soma, kalbimizi yaraladı Soma,

Üç şeyin meşhur derlerdi. Helvan, cevizli lokumun bir de kara elmasın.. Derlerdi ya.. Eksik söylerlermiş meğer. Yüreği mert insanların.  Mütevazi, dürüst insanların. Çizmemi çıkarayım, Sedye kirlenmesin diyen teri kara ama, anlı pak insanlarında meşhurmuş meğer.. Kuruşuna kadar, hak edilen kazancınızla insanlığı, acıyı öğrettiniz bize.. Alnının teri kara, kömür denen mücevher sizi aldı hayattan, koydu  mezara..  Yüzünün karasını bizlere bıraktınız, apak yürekle gittiniz.. Ruhunuz şad olsun Soma'nın gerçek elmasları


Bizler maden işçisiyiz

Çalışırız yerin altında

Üç vardiya yirmi dört saat

Karadır kömür

Ellerimiz gibi

Hayatımız gibi
Ölüm bizim kardeşimiz

Göçüklerde kalırız

Birer birer değil

Onar onar, yüzer yüzer

Kara elmas çıkartırız

Ama donarız soğuktan

Çocuklarımızı

Vücutlarıyla ısıtır

Kadınlarımız

Ölüm yakamızda

Açlık da öyle

Patron tepemizde

Dipçik de öyle

Gün gele, gün gele

Bineceğiz tepelerine
Elbet madenlere de
Doğacak güneş

Aylin Akgül