24 Ekim 2016 Pazartesi

BENİ BAĞIŞLAYIN


"Kan aranıyor" anonsuna her zaman duyarlıyımdır. Ama "Organ Bağışı" konusunda yeteri kadar duyarlı mıydım, tabii ki hayır. 

Annemin hastalığı nedeniyle, Haydarpaşa Numune Hastanesi Nefroloji servisinde geçirdiğimiz bir haftada, tanıştığım hasta insanlar sayesinde organ bağışının da  çok ama çok önemli olduğunu anladım. Biz normal bir sebepten yatıyorduk ama o katta bulunan Organ Bağışı ve Transplantasyon servisine gelen çaresiz insanları görünce bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. 

(Böbrek Vakfının duyarlı videosu)

Bugüne kadar hiç empati yapıyor muyuz? Bizim yakınlarımızın da bir organa ihtiyacı olabileceğini düşünüyor muyuz? Ancak gerçekle yüzleşince arayışa giriyoruz. Kızıyoruz vermeyenlere belki de. 

İşin dini boyutları da girince de,  Organ nakli günah filan muhabbetleriyle aklımıza bile gelmedi, görmediğimiz için o durumdakileri, hissetmedik hiçbirşeyi. 

Empati kurmadan yaşarken, muhtaçların içinde bulundukları durumları düşünmeden hayatımıza ne kadar da güzel devam ettirirken, organ bekleyen o çaresiz insanlarla tanıştım. 



Siz hiç karaciğer nakli için umutla “ORGAN” bekleyen bir hasta için çaba harcadınız mı? Yok, çünkü ailemizde yoktu. 

Ya da, umutla İLİK bekleyen LÖSEMİ hastalarını düşündünüz mü? Yook, çünkü ailemizde yoktu. 



Böbrek yetmezliği nedeniyle haftada üç kez diyaliz makinasına bağlanan ve hasretle, umutla  uygun bir “BÖBREK”  bekleyen, yaşayan her insan gibi “çişini” yapmayı özleyen hastaları da düşündünüz mü? Yoook, çünkü ailemizde yoktu. Onlar için birşeyler yapmadım, yapmadık. Çünkü sağlıklıydık. Ne benim, ne ailemin ihtiyacı yoktu. 


İnanın, ben ve benim gibiler ne yazık ki başımıza gelene kadar bu konuda çokta duyarlı olamadık.   İşin içine dini boyutlarda girince de duyarsızlığımız  bir kat arttı. Çünkü dinen caiz değil deniyor ya araştırmadan, soruşturmadan.

Oysa; Maide Süresi 32. ayet tam da bunun tersine organ bağışını onaylıyor.  
  
Maide Suresi  32 : …. “Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir.”

Allah “kim bir kişinin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur” diyor… Bu cümle, Allah’ın insan hayatına verdiği değeri göstermiyor mu? Bu cümleden, bir başka insanın hayatının en az kendi hayatımız kadar kutsal olduğunu düşünerek onun da korunması gerektiğini  anlamamız gerekmez mi?



“Anası, babası, akrabaları, çevresi varken bize ne oluyor ki?”

“Önce kendi yakınları versin.” diyoruz.

Hastanede yatarken hayat dersi alabileceğimiz bir sürü olay ile karşılaştım. Yaşlı bir dede, torununa vermişti böbreğini. Torun sevinçle “Dedem verdi “ diyordu. Diyaliz hastası bir hastaya, eşi vermişti böbreğini. İyi günde kötü günde diye başladığı evliliğini, böbreğini de paylaşarak devam ettireceklerdi..

Fiziksel özürlü bir kızkardeş, çok sevdiği ablası için böbreğini bağışlıyordu. Sağlam insanların bile vermeyi düşünmediği organı için o seve seve veriyordu ablasına. Kim verecek sana diye soran doktora, heyecanla "Ben Ben Ben" diye bağırdı. "Ablama ben vereceğim, isteyerek vereceğim"  dedi o masum bağırışıyla... 

Hastaneler tam bir duygu seli. Hayat tecrübesi. 

Tuvalete giderken sevinir mi insan. Annem hastanede çiş yaptı diye seviniyordum. Diğer böbrek hastalarını görünce, farkına varmadığımız bazı değerlere "oooh çok şükür yine yaptı" diyerek mutlu oluyordum. 

Günde belki de hiç önemsemediğimiz rampaların, merdivenlerin hasta insanların gözünde ne kadar büyüdüğünü gördüm. Günlük yaşantımızda farkına varamadığımız küçük aktivitelerin hasta insanlardaki önemine üzüldüm, kahroldum. Allah sağlığımızı elimizden almasın, elden ayaktan düşürmesin diye dua ede ede bir hal oldum. 



Böyle bir ruh haliyle; Organ Naklinin önemini yazacağıma söz verdim kendi kendime.. 

Allah yakınlarımıza yaşattırmasın, canlıyken vermek çok zor belki ama.. Eğer ölümümüzde birilerine can verecekse yakınlarınıza bu vasiyeti verin. “Şerefli bir ömür yaşadım, bir de organlarım da öldükten sonra bu şerefi taşımaya devam etsin” deyiverin yakınlarınıza.

Tamam hak veriyorum, canlı iken vermek her babayiğidin harcı değildir. O konuda ısrarcı olamayacağım. Ama bu dünyadan göçer iken, bir iyilik yapın, bir kişiyi hayata bağlayın. O da Allahın müsaadesi ile oluyor zaten. Organ nakline karşı olsa Yüce Yaradan, ne yapar, O organı o canda bırakmaz canını alır. O da ona müsaade ettiğine göre bize de bağışlamak düşüyor.

Bağışlanacak organlar nedir diye soracak olursanız, onu zaten doktorlar biliyor. Siz vefat ettiğinizde hangi organınızın işe yaradığına. Göz, karaciğer, kalp, böbrek en bilindik olanı. Bağırsak, mide v.s. olabiliyor diye okumuştum. Bu konu tıp literatürlerin konusu, Bize kalan, bağışlayacağımız her organın, filizlenen bir can olduğunu unutmamamız.  

Organ bağışının da çok suistimale açık bir durum olduğu da bilinen bir gerçek. Özellikle canlı nakillerde organ mafyalarının doktorlarla işbirliği ile yaptığı usulsüz olayları medyadan okuyoruz zaman zaman. Bu konuda,  İran ve İspanya'nın organ naklini desteklediği söyleniyor. Özellikle devletler  bu konuda çok denetleyici ve destekleyici olmalı bence.  Özellikle kadavra konusunda destekleyici olmalı. İdeali kadavra olanı belki de aslında.  Herkes bağışlayıcı olmalı. Canlı vermek çok zor bir görev olması sebebiyle kadavrada bu iş özendirilmeli,  devletçe desteklenmeli. 





Hastanede yatarken,  bir diğer önemli konuda Refakatçi olma durumu. Öyle yaşlı, kimsesi olmayan insanlar var ki.. Terliğini giyip tuvalete gitmeye bile muhtaç, yemeğini yemek için, yatağında dönmek için, ilacını içmek için, hatta biraz doğrulmak için bile bir cana ihtiyaçları var. Organlarımızı bağışlayamasak da bir cana yoldaş olalım, elinden tutalım bari.. 


Evde canım sıkılıyor,  yapacak hiçbir şey yok, boş boş oturuyorum, duvarlar üstüme üstüme geliyor demeyin. Gidin Hasta Bakım ve Refakatçi kurslarına.  İsmek bu konuda güzel kurs programı açmış. Alın sertifikanızı ve bu manevi görevi yüreğiniz alıyorsa yapın. Yüreğiniz alıyorsa diyorum. Hakkını vermek gerekirse gerçekten meşakkatli ve duygulu bir görev. Sizin sağlığınıza zeval gelmeyecekse, yardım edin hastanedeki insanlara, el uzatın hastaneden çıkıp da evinde nekahet dönemi geçireceklere.Geçirilen hastalık, ameliyat veya kazadan sonra insanın yavaş yavaş iyileşme dönemine nekahet dönemi deniyor biliyorsunuz. 

Bu manevi görevi üstlenin ihtiyacı olan bir insan için, inanın çok huzur duyacaksınız.



(Haydarpaşa Numune Hastanesi Organ Sorumlusu Sayın  Doç. Dr. Melih Kara  bu konuda çok duyarlı.Hastalarıyla kurduğu iyi ilişkiye hayran oldum. Kendisini tanıyın istedim. Bu video ile bilgilenin istedim. Muhakkak yazımı okuyup bitirince bu videoyu duyarlı bir şekilde izleyiniz)

3 Ekim 2016 Pazartesi

KIRILAN TABAKLAR OLSUN, KALPLER DEĞİL.

Haftasonu gittiğimiz bir Yunan tavernasında güzel bir gece yaşadık. Yaşadık da benim içimdeki bitmek bilmeyen araştırmacı gazetecilik ruhum yine depreşiverdi oracıkta..


Suadiye'de gittiğimiz Mastori By Theo diye hoş bir mekan vardı. Şu bizim Fedon amcanın, oğlu canım.. Theo.. Elimizde büyüdü yavrucak. Büyümüşte mekanlar açmışmış da, ablalarını eğlendiriyormuş dedittirecek cinsten. Fedon bildiğimiz Fedon'dur her zaman seyrederiz; nerden mi  tabiiki de devamlı bizim evde ki televizyonun ekranlarından misafir olur ya, bizde onun oğlunun yerine misafir olduk bu haftasonu. Gerçekten kendisini tebrik ederim. İlk çıkan gitar çalan arkadaş repertuarı bir harikaydı  ve sonrasında ise Anıl ve Pelin'in hakkını yememek lazım.  

Özellikle Pelin'e hayran olmamak elde değil. Samimiyeti, kalitesi.. Çok ama çok güzel söylediler o gece. Sirtaki yapan iki çift harikaydı. Dansöz kardeş de güzel döktürde de gelelim yazımızın esas konusuna. 


Güzel güzel oynarken, ne o kardeşim 12 kişilik yemek takımlarını şak şak kırmalar. 

Evde annelerimiz 1 tanesi kırılınca takım bozuldu diye hayıflanırken, mekandakiler  çat çat kırdı gözüm gözüm üstüne.. Aynı sudan geçen millet olmamızdan mı nedir müzikleri, kültürleri bizimle aynı şekilde vallahi. Ama şu 12 kişilik pasta tabakları  kırma durumunu, onları sevmedim kusura bakmayın.. Yapmayın kardeşlerin nedir bu adet  diyerek uluslararası bir krize neden olmayayım da merak ettim oracıkta neden bu adet türemiş diye.. Hemen bir bakayım, inceleyeyim, soruşturayım, evde ani bir durumda hangi tabaklar kırılacak diye araştırayım dedim ve size bu yazıyı yazmaya karar verdim.  

Dedim ya Yunan müziği deyince  herkesin ilk aklına gelen  "kırılan tabaklar" oluyor. Mitolojik adıyla Grek müziği başlıbaşına bir kültür ve hiç de yabancısı olmadığımız da müzik türü. 


Gece hayatına gidenler Grek müzikli mekanlara hayran. Zeybetiko diyorlar, ay bizim Zeybek. Sirtaki diyor, biraz ayak hareketlerinin değişimiyle bizim Kasap havası.. Ama birlik, beraberlik duygusu uyandıran müzikler. Türk/Yunan olarak birlikte aynı toprakları paylaşmış kişilerin müziği.. 

Sirtaki çalınca hemen garsonlar para kazanmak amacıyla size 12 kişilik yemek takımı getiriyorlar. Güzelim canım tabakları çat çat çat kırıp, paraları da alıyorlar. (O elinde tabakları tutan garson kardeşlerimize bu verilen paralara  helal olsun, o ayrı konu) Oysa Sirtaki de tabak kırılmıyormuş, Yunan Zeybeği çaldığı an, kendine has ritmi ile müzik esnasında kırılıyormuş. Bizimkiler ilk duydukları Yunan müziğinde başlıyor  kırmaya.. Ama ne yapsın, buranın tadı da burada.. Kalp kırmasınlar da varsın tabak kırsınlar.

Bu kırma meselesinin geçmişten gelen derin bir anlamı varmış. 



Yıllar yıllar önce, bir Yunan düğününde, insanlar tartışmaya başlamış, bunun üzerine orada bulunan bir büyük kalkmış, tartışanların ortasına rakı bardağını atmış, kavgadakiler hayretle bakarken,  ardından da ''Bardaklar kırılsın kalpler kırılmasın'' demiş. Aslında bu tabak kırma hoşgörünün bir bildirgesiymiş ve herkes o an içinden muhtemelen demiş ki; 

"Vayy anasına breh, ne kaaa doğru bir laf" demiş ve önce bardakları, sonra tabakları kırmaya başlamış. 


Sonraları herhalde bu bardak kırma geleneği (bir takım ticari sebepler de işin içine girerek ), tabak kırma işine dönmüş, 

Daha sonraları, Yunanistan da tabak kırmak (sağlığa zarar verdiği gerekçesiyle) yasaklanmış, ama atalarının  yaptığı önemli bir olay olduğunu söylenince, bu tabaklar alçıdan yapılarak kırılmaya başlanmış. Şu anda ki Yunanistan'da bulunan tavernalarda durum böyleymiş. Ama Suadiye'de gittiğimiz Mastori Theo denilen bir Yunan tavernasında tabaklar alçı mıydı bilinmez ama, insanlar kırdıkça ay sankim benim kalbimde kırıldı.  Durumu çözemedim. Adedi anlayamadım. Ama kalpler kırılıyor, tabaklar kırılsa çok mu dedim. Değişik gösterileri seyrettim. Garson arkadaşlarımıza helal olsun dedim, o tabakları tutmada ki gayretlerinden. İşletme sahibinin ve sanatçıların kalitesinden dolayı da çok beğendim. 

Yani güzel güzel hayranlıkla sirtakiydi, zeybekti sizin müziklerinizi dinleyip, danslarınızı hayran hayran seyrederken o tabakları kırmanın da bir raconu var elbet dedim. Bizim egemizin efe dansı var mesela temsili hareketlerle gücü simgeliyor..  Ama bu tabak kırma ritüelinin, bildiğin görgüsüzlüğe ve ben daha güçlüyüme dönüştüğü söylüyor literatürler. Bence yanlış söylüyor . Değişik bir kültürün parçası bana göre.. 

"Paran varsa kırarsın bre kale.. Yoksa kalbini kırarım ona göre" der gibi sanki.. 

Neyse güzel bir gece,  güzel bir mekan ile güzel bir kültürü yaşadık o gece.. Tabak kırma kültürünü araştırdık öğrendik o gece. Eğlendik mi eğlendik o gece. Biz bir bütünüz, müziğimizle, yemeğimizle kardeşim yahu dedik o gece. Belki bizde daha kötü adetler vardır, bu hoşgörüyle oluşmuş ortaya çıkan adeti gülümsemeyle seyrettik o gece. 

Kısaca; hep birlikte aynı topraklarda kardeşçe yaşamayı, omuz omuza dans etmeyi yaşadık  o gece.. Paylaşırsak tok oluruz, bölünürsek yok oluruz dedik o gece. 





   

  

18 Eylül 2016 Pazar

Kırk yıllık KÂNİ, olur mu YANİ.

Kırk yıllık KÂNİ, olur mu YANİ atasözünü bana hatırlatan, çok eski bu sözün anlamını araştıran olay nedir diye sorarsanız, İstanbul'da son zamanlarda bir yolculuk yapın derim.


Kendi halimde, bayram gezisi yapmak üzere bindiğim metrobüste dalgın dalgın otururup, içimden "Gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün" şarkısını mırıldanırkeeeee,  metrobüsteki o içli sesin "Bir sonraki durak Mustafa Cambaz" demesiyle irkildim. Yanlışıkla inilecek Topkapı durağını geçip uzaklara mı gittim diye düşündüm.



Meğer, bu durak bizim kırk yıllık Topkapı durağının adıymış. Düşünün adamın biri size diyecek ki, "Rica etsem Topkapı durağına gelince hatırlatır mısınız?" Siz de tam da Topkapı diyecekken, metrobüste şu sesi duyacaksınız. "Mustafa Cambaz durağı" .. 

Daha da ileri gidelim. Yılların kamyon şoförüsünüz. İstanbul'a nakliye işleriyle uğraşıyorsunuz. Sizin için de en büyük zevk Boğaziçi Köprüsünden geçmek, diğer adıyla 1. köprüden. 

Köprüye girmeden önce ki tabelalara da alışkanlıkla şöyle bir bakıyorsunuz ki; "15 Temmuz Şehitler Köprüsü" .. Ayağınız frene zor basıyorsunuz. Yoksa bir yerlerde uyudum da yanlış yere mi yöneldim diye.. 

Oysa olmuş güzelim Boğaziçi köprüsünün adı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü..

Olaya bakışım siyasi değil, sakın yanlış anlaşılmasın. Bir kere yılların Topkapı'sı neden bizde kötü anısı olan bir olayla çağrışan birinin ismi olsun. 15 Temmuz gecesi Türkiye'nin bir kara gecesi iken, güzelim Boğaziçi adını bu kara gecenin ismiyle değiştirelim. Benim aklım hafsalam almadı. 15 Temmuz Köprüsüne alışamamışken, bir de bu Mustafa Cambaz ismi yüreğime cızzz diye oturdu. Tamam şehitlerimiz nur içinde yatsınlar ama, bu isimlerin buralara verilmesi çok ama çok yanlış olmuş.

 İstanbul'da o kadar düzelmesi gereken çarpık kentleşme, yollar, kurallar varken git alel-acele bu isimleri değiştir. Can havliyle tabi ki ben "Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani" demişim. İyi ki de demişim. bu fırsatla yani'nin orada benim kullandığım mana da değil, Yani'nin bir Rum ismi manasıyla kullandığını da öğrenmiş oldum. Yani her şerrin bir hayrı oldu benim için. 

Neydi bu atasözünün hikayesi; 

Zamanın birinde Kâni adında bir adam yaşamış. Bu gariban, bir Rum kızına aşık olmuş. Öyle ki, ne başında akıl, ne elinde iş kalmış. Bir divane, bir mec­nun olup çıkmış. Bir gün Rum dilberin yoluna çıkıp “evlen benimle” deyivermiş.

Rum kızı pek bi açıkgözmüş:

“Benim bir Müslüman ile evlenmem mümkün değil. Babam, kardeşlerim öldürürler beni. Ama çok istiyor­san gel sen Hristiyan ol, ondan sonra evlenelim. Nasıl olsa senin korkacak kimin kimsen yok!” demiş. Kâni düşünmüş taşınmış bakmış ki, başka bir hâl çaresi yok; kabûl etmiş kızın teklifini.

Kızın akrabaları Kâni’yi tuttukları gibi, kiliseye gö­türmüşler. Beyaz bir çarşafın içine koyup, uçlarından tutarak sallamaya başlamışlar. Bir yandan da şöyle bağırıyorlarmış.

“Eski Kâni, oldu Yani! Eski Kâni, oldu Yani! Eski Kâni, oldu Yani!…”

Böyle böyle kırk kere sallamışlar sonra da indirip: “Tamamdir vre! Sen artik Yani oldun. Vaftiz tamamdır !” demişler.

Bu tuhaf iş, Kâni’nin çok zoruna gitmiş. Bir anda Rum dilbere duyduğu aşkı, sevdayı unutuvermiş. Ken­disini çarşafa dolayıp sallayan papazlara ve kızın ağa­beylerine hışımla dönüp:

“Haydin be! Haydin işinize! Kırk yıllık Kâni hiç olur mu Yani?!’’ demiş ve bu sevdadan vazgeçmiş.

İşte benden hikaye özü bu.. Kırk yıllık Topkapı, hiç olur mu Mustafa Cambaz... diyeceğim ama devleet büyüklerimiz böyle buyurmuş ne yapalım.. Alışmaya çalışacağız ama hiç bir zaman Boğaziçi köprüsü demekten vazgeçmeyeceğiz.. Bu böyle biline... 


27 Haziran 2016 Pazartesi

SON ZAMANLARDA OKUDUĞUM EN GÜZEL ŞİİR



 

Son zamanlarda sosyal medyada gezinen bu şiiri okuduğumda çok beğendim. 

 O kadar doğru bir tespit yapılmış ki, merak ettim  kime ait bir yazı diye, hemen araştırmacı gazetecilik ruhum depreşerek, sordum google amcama ki.  baktım ki en sevdiğim Antoloji com. da yayınlanan bir şiir çıktı.. 

Şiir Yakup Kiraz'a aitmiş, çok beğendim. Bu şiiri yazan, bu doğru tespiti yapan şairimizin yüreğine sağlık.

 Bende bunu herkesin okuması için blogumda paylaşıyorum.

Gerçekten de severek yapılan mesleklerin insanı daha başarılı kıldığı bir gerçek.  Bu şiirdeki gibi merhametli, adil, namuslu kişiler olsun ki, sağlığımız, hukukumuz ve binalarımız çökmesin.

Bu arada Yakup Kiraz isimli şairimizi de inceledim. Çok harika şiirleri var. Bazı şairlerin şiirleri tanınır, kendileri pek meşhur olmazlar. Halbuki tüm şiirleri çok güzelmiş. Aşağıdaki şiirde yine aynı şaire ait. Bunu da okuyun, bu da yukarıdaki şiiri okuyana, bu şiir de hediyesi olsun..


Hepimiz Farklıyız 




Beş parmağın beşi bir mi?
Tek yumruk yapılınca ne güzel!

Gök kuşağının rengi bir mi?
Yan yana dizilince ne güzel!

Şu sazımın teli bir mi?
Bir türküde çalınınca ne güzel!

Derelerin yolu bir mi?
Irmak olup çağlayınca ne güzel

Çiçeklerin özü bir mi?
Arı onu bal yapınca ne güzel

Yiyeceklerin türü bir mi?
Bir çorbada kaynayınca ne güzel

Bir olmayalım,birlik olalım
Kol kola yürüyünce ne güzel!

Farkımıza saygı duyalım
Sen de beni düşününce ne güzel!

Tenler farklı,diller farklı…
Umutlar bir,gönüller bir! ..
Kaldırıp engelleri aradan
Bir birine sarılınca ne güzel!
Yakup Kiraz

9 Haziran 2016 Perşembe

YAŞLANMAK MI???? O NE DEMEK!!!!!




Minik minik adımlar atar iken ben, 
bir elimden babam tuttu,  bir elimden annem...
Bu sözleri okurken, yılların ne çabuk geçtiğini düşündüm.
Şimdi yaşlı olduğunu düşündüğümüz, anne ve babalarımızın statüsüne, neredeyse yavaş yavaş yaklaşıyoruz.
Yaşlılık; hele şerefli bir ömür sürenlerin yaşlılığı, insana bütün gençlik zevklerinden daha değerli sayılacak derecede büyük bir itibarmış meğer.
Geçen gün;  İstanbul’a 4 saatlik mesafede bir yere tatile gitmiştik.
Oğlumla sohbet ederken, eski yaşamışlıklarımızdan söz açıldı.
Oğlum; aynı bir roman dinler gibi anlattığım konunun onu mutlu ettiğini söyledi. Ben de coştukça coştum. Anlattıkça anlattım. Bir baktım,  4 saatlik yol bitmiş. İstanbul’a gelmişiz.
Yine, birgün; oğlumla otururken, eski yıllarda okullarda şiir okumanın, milli günlerin daha anlamlı kutlandığına dair konularla ilgili konuşuyorduk. Küçükken, okuduğum şiir anılarımı anlatmaya başladım.
Sonra farkına vardım. İşte ben artık yaşlanmıştım. Çocuğuma her konuda anlatacak ne çok anım vardı...
Annem ve babam yaşlandı artık derken bende çocuğumun gözünde bol anılı bir yaşlı olmuştum.
Bir söz vardır.. "Yaşlılar ansiklopedi gibidir. Tam okunacak zamanda onları alır, rafa koyarsınız. Aklınıza geldiğinde ara sıra arar, karıştırırsınız."
Yoksa; benim de çocuklarım artık,  beni rafta ara sıra bakılan kitaplardan mı sayacaklar.. Ayyy olamaz,  artık kitaplara da bakılmıyor.. İnternet çıktı, internetten tırrt bilgi alınıveriyor. Hiç şansımız kalmadı mı yoksa ...
Yok yok silkineyim. Gencim ben canım. Benim fikirlerim de önemli, dediğim bir vakitte... Oğlumun “Aman anneee” diye başlayan yorumları..
Artık fikirlerimin de eskisi gibi kaale alınmadığının bir göstergesi miydi yoksa...
Eyvahhh diyerek silkindim... Ne oluyordu bana...
Hayır canım ben  kendimle barışığım. Yaşımla barışığım. O  zaman yaşlı değilim.
İçinizdeki, yaşama zevki bittiği an..... siz zaten yaşlanmışsınızdır. Bu kaç yaşında olursanız olun değişmez diye avutuyordum ki kendimi.. Peki dedim, ama neden belli bir yaştan sonra insanlar yaşlarını saklamaya başlıyor o zaman. 
Canım insan neden yaşını saklar ki?
Zira yaşlılık maalesef bir suç, bir ayıp gibi değerlendiriliyor da ondan.
Öyle bir yere konuyor ki yaşlılar... Oraya ne kadar geç ulaşılırsa kardır. 
‘‘Yaşlı’’ derken artık  40'ından gün almışlara da yaşlandın diyorlar da ondan..
80'ine geldiniz mi. Aman keşke bizde o kadar yaşasak daha ne isteriz diye sizi kesiveriyorlar...Oysa..   Oysa siz,  yaşamışlıklarınızı söylemek istiyordunuz.
Olmaz yeter artık! Çok konuştun. Yaşlı huysuz ihtiyar oluveriyorsunuz.. 
İnsanlar birbirine hakaret etmek istediklerinde ‘‘anam/babam yaşında’’ diyorlar.
‘‘Ben yaşımla gurur duyuyorum, üstelik gençliğim tek silahım olmadı hiçbir zaman’’ falan deyin istediğiniz kadar... Laga luga.
Yani; istediğiniz kadar kendinizden emin, başınız dik dolaşın durun, onlar sizi öyle bir harcarlar ki gıyabınızda...
Görüntünüzle iş yapmanız da şart değil. Üniversitede hoca olun isterseniz... Gazeteci olun, mühendis olun... Hiç fark etmez. Allamei cihan da olabilirsiniz. 40'ı geçmişseniz ‘‘ayıp’’ınız var demektir.
Hadi işi gücü bırakalım bir tarafa... Orada burada, sohbetlerde eş dost durur durur yaşınızı sorar. Hınzırca... Sonradan dedikodunuzu yapmak üzere...
‘‘Biliyor musun 45 yaşındaymış!’’
‘‘Aaa! Ne ayıp!’’ demez karşıdaki ama demeye getirir.
Hepimiz yaptık zamanında... Yani 40'ı geçtiyseniz işiniz bitiktir bu memlekette.
Onun için geçmemeye çalışın. Baktınız artık imkansız hale geldi,yavaş yavaş ilerleyin. Üç yılda bir yıl mesela... Düşmanlarınız çatlasın!
Ayol, sorarım size... Ataları bile ‘‘40'ından sonra azanı teneşir paklar’’ diyen bir toplumun, 40'ını geçmiş fakat gönlü kıpır kıpır evladı, 38'de takılıp kalmaz da ne yapar?
40 yaşıma geldim epeyde bir geçtim,kim ne derse desin ruhsuz gençlere taş çıkartırım alimallah.


Hele gençlerin coşkulu sorularıma tek kelimelik cevaplar vermeleri yaşımdan önce yaşlandıracak beni...
Boşverin yaşı maşı, ne varsa neşeli insanlarda var... 
Bence YAŞLILIK;  ne saçın ağarması, ne de belin bükülmesidir, gayesi biten, ümidi sönen herkes YAŞLIDIR.. 

30 Mayıs 2016 Pazartesi

SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?


Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar, aldılar, götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.



BU ŞİİR BİR YERLERDE DUYDUĞUM ZAMAN ANLAMLI VE HÜZÜNLÜ GELİRDİ. AMA BABAMI KAYBEDİNCE  BU ŞİİRİN SÖZLERİ BEN DE DAHA DA ANLAM KAZANDI. 

BUGÜN BABAMI KAYBEDİŞİMİN 24. GÜNÜ.  

DUYGULARIMI HER ZAMAN YAZIYA DÖKERİM, AMA; BU SEFER GÖZYAŞLARIM MÜSAADE EDER Mİ DİYE BU ANA KADAR BEKLEDİM BELKİ DE...


Yukarıdaki resimdeki adam, benim babam, Kadıköy'ün ünlü Lahmacuncu ustası, Halk adamı, sevecen, bonkör, helal mal kazanmak için ayaklarına kara sular dökülen adam.


İşte bu adam benim babam... 

İLK YAZDIĞIM SATIRLAR, DUYGULARIMIN KARMAŞASIYLA KAYDEDE BASAMADAN KAYBOLDU. YAZIYI İKİNCİ KEZ KALEME ALIYORUM. İLK YAZDIĞIM YAZIM MI DAHA DUYGUSALDI, BU MU BİLMİYORUM AMA DEMEK Kİ O YAZIYI YAYINLAMAMA, OKUYANLARI ÜZMEME BELKİ DE BABAM MÜSAADE ETMEDİ.

EVİMİZİN İLK YAPRAK DÖKÜMÜNÜ VERDİK. BABAMIN AYAKTA ÇINAR GİBİ ÖLÜŞÜ, ÖLÜŞÜNDEKİ GÜZELLİK BİZE İÇ HUZURU VERDİ DİYE Mİ NEDİR, ÖLÜMÜ KABULLENDİK SANKİ.

HER ZAMAN MUZİP TAVRI, DAVRANIŞLARI, MUZIR HALİYLE BİR ÇOCUK GİBİYDİ BABAM.

“YAPMA, SAKIN BABA DEME HAA” DİYEREK DEDİĞİMİZ BİR ŞEYİ MUZİP TAVRIYLA, SANKİ BİZ ÖYLE BİR ŞEY DEMEMİŞİZ GİBİ ORTAYA KOYARDI. 

O TARİHLERDE KIZARDIK AMA ŞİMDİ GÜLÜYOR ONU DA BİR ANI OLARAK ANLATIYORUZ. MEĞER NE KADAR DOĞRU ŞEYLERMİŞ SÖYLEDİKLERİ.
 ÖLÜMÜNDEN SONRA SÖZLERİ, HEPİMİZİN AĞZINA DOLANDI.

BİRİYLE ALAY EDECEKSE, “HEEE YAAA” DİYE ANLAMLI BİR SERZENİŞTE BULUNURDU.  

BU; “LAFINA PEK DE İNANMADIM” ANLAMINDAYDI.

“MAL SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ, HANİ BUNUN İLK SAHİBİ” ONUN YUNUS EMRE'DEN ALINTI YAPTIĞI, ÖZLÜ SÖZLERİNDEN BİRİYDİ.

EN GÜZEL SÖZLERİNDEN BİRİ DE; DİNİ SOHBETLERİNDEN BİRİNDE ZORLU BİR SORUYLA KARŞILAŞINCA, ÖZELLİKLE SORUYU SORANIN KENDİSİYLE ALAY ETTİĞİNİ ANLAYINCA SARFETTİĞİ ŞU SÖZLERDİ.

“MÜSLÜMANSAN BU ÜLKENİN İMAMI VAR ONA SOR, HRİSTİYANSAN PAPAZA SOR, YAHUDİYSEN HAHAMA SOR. BEN BASİT BİR LAHMACUNCUYUM SENİN SORUNA CEVAP VEREMEM” DEMİŞTİ.

SİGARA İÇMEMESİNİ İSTEDİĞİ BİR KİŞİYE ANLATTIĞI BİR HİKAYE VARDI Kİ,  ŞİMDİLERDE GÜLEREK ANIYORUM.

“BİR EŞEK TARLALARI GEZİYORMUŞ, BÜTÜN TARLALARI GEZERKEN OTLARI YEMİŞ, TÜTÜN TARLASINA GELİNCE OTLARI YEMEMİŞ,” BU SİGARA İÇENLERE EŞEK BİLE OTUNU YEMİYOR, SİZ İÇİYORSUNUZ DEMENİN KİBAR YOLUYDU ONUN İÇİN.

HER ŞAKASININ ARDINDA BİR GERÇEK PAYI VARDI. ONUN İÇİN AKRABALAR, EĞER O BİRŞEYİ ŞAKAYLA SÖYLÜYORSA; MUHAKKAK ARDINDA BİR GERÇEK YATIYORDUR DERDİ. ŞAKA YAPIYOR KUSURA BAKMAYIN DİYE ONU KORUMAYA ÇALIŞTIĞIMIZ KONULARDA ASLINDA O HAKLIYDI..

EN GÜZEL LAFI DA... HALA DA BİRÇOK ARKADAŞIMIN AĞZINDADIR. NE GÜZEL SÖYLEMİŞ DİYE. EĞER BİRİNE İKRAM YAPMAK İSTERSE, O DA "AMCA YAPMA" DERSE... "OĞLUM HAYRIMA MANİ OLMA " DERDİ.


 BİRİNDEN BİRŞEY İSTEYECEKSE DE "HAYRINA MANİ OLMAYAYIM, YAP BAKALIM"   DİYE SÖYLERDİ.


 GEÇEN GÜNDE BİR ARKADAŞIM İFTAR HAZIRLARKEN BU LAFI KULLANDI. DUYGULANDIM. "BABANIN LAFI YA. HAYRIMA MANİ OLMAYIN, BUYRUN İFTARA " DEDİ.


İŞTE BÖYLE BİRİYDİ BENİM BABAM. 

ONU YAŞARKEN İYİ ANLAMIŞ MIYDIK BİLMİYORUM? SANKİ ÖLÜNCE DAHA ÇOK FARKINA VARDIK. BELKİ DE ÖLÜM BÖYLE BİR ŞEYDİ.  

BABAMIN RESMİNİN YAYINLANDIĞI “KÜLÜSTÜR İSTANBUL” DİYE BİR VİDEO DOLAŞIYOR İNTERNETTE.  

ORADAKİ BİR KİŞİ ÖLDÜĞÜNÜ DUYUNCA, BANA ÇOK ANLAMLI BİR SÖZ SÖYLEDİ. "KADIKÖY BİR HALK ADAMINI KAYBETTİ. ONUN LAHMACUNUNU YEMEYEN ÇOCUK YOKTUR KADIKÖY’DE... ÜSTELİK HİÇ PARA ALMADAN ÇOCUKLARA DAĞITIRDI" DEDİ. 

NE GÜZEL NE HOŞ BİR ANI DEĞİL Mİ?

 BU VİDEOYU BURAYA KOYUYORUM,  TÜM ESKİ DEĞERLERİ YAZAR İKEN, BABAMI DA BU VİDEOYA KOYMUŞ, BUNU HAZIRLAYAN KİŞİ..


AİLEMİN İLK YAPRAĞI,
DÖKÜLDÜ, UÇTU GİTTİ. SENDEN KALAN DİLLERİMİZDE ŞU DUA KALDI.
“ALLAH BABAMIN ACISINI UNUTTURACAK BAŞKA ACI VERMESİN”
YOLUN AÇIK OLSUN BABACIĞIM,

SANA HAYIRLI EVLAT OLABİLDİYSEK NE MUTLU BANA...
NE MUTLU KARDEŞLERİME…

BİZE BELKİ MADDİ ÇOK BÜYÜK KATKILARIN OLMADI DİYE ÜZÜLÜYORDUN.

BİL Kİ KİMSEDE BULUNMAYACAK, PAHA BİÇİLMEYECEK DEĞERLER VERDİN BİZE.

VE BEN BU DEĞERLERLE YOLUMA DEVAM EDECEĞİM, BİR GÜN BİR YERLERDE SENİNLE BULUŞUNCAYA DEK.


NUR İÇİNDE YAT BABACIĞIM.


Not: Yazıyı niye büyük harflerle yazmışım, bilmiyorum, sanki üzüntüye isyan gibi, sanki içimdeki duyguların dışa vurumu gibi. Ne derseniz deyin, fark etmemişim, yazım kurallarında büyük harfle yazılmaz derler. Yazmışım işte. Nedendir, niyesini bilmeden. Sadece babamı düşünerek. 

23 Mayıs 2016 Pazartesi

ERKEKLER AĞLAMAZMIŞ, YA SİZCE''!!!!!!



 Yusuf Hayaloğlu'na ait çok güzel bir yazı.. Paylaşayım sizlerle..
Fare görünce bağıran?
 ''Bu ara sinirlerim zayıf'' deyip habire ağlayan?
Oysa onlar da kadınlarla aynı duygulara sahip olarak geliyorlar dünyaya.
 Lakin daha ilk gün ayaklarina mavi patik giydirmek suretiyle ''Ağır ol bakalım!'' diyoruz.
 ''Ne alákasi var mavi patikle?'' demeyin. Mavi soğuk ve ciddi bir renktir. Kime isterseniz sorun.
Ve katiyen tesadüf değildir o patiklerin rengi.
Düşünülmüş, taşınılmış, seçilmistir.
 Ayağa giydirildiği anda kulağa şunlar fısıldanmış demektir:
 Sen erkeksin. Erkek olmanın gerekleri vardır. Ömrünün sonuna kadar bunları yerine getirmekle yükümlüsün.
Ömrünün süresi ise çatlama kat sayına bağlı.
 İçine ata ata ne kadar yaşayabilirsen artık. Bize sorarsan pek uzun süreceği kanaatinde değiliz.
 Dikkat edeceğin husus, en dramatik hallerde bile mavi patikli olduğunu unutmamandır.
 Misal,
 Aşık oldun.
 Sakin belli etme. Bırak karşındaki yansın tutuşsun. Sen ağır ol.
 Molla desinler yeter ki aşık demesinler.
 Misal,
 Sevgilinden ayrıldın.
 Sakin ağlayıp sızlama. Yine bırak karşındaki yıkılıp sürünsün.
 Gözyaşı dediğin kadın kısmına yakışır.
 Zaten senin gözyaşı bezlerin mavi patik operasyonuyla alınmış bulunuyor.
 Misal,
 Eve hırsız girdi.
 Karınla yataktasınız. Tıkııtı duydunuz ya da hırsızla burun buruna geldiniz.
 Kim boğuşacak adamla? Bak bakalım karının ayaklarına!
 Ne renk patikleri? Pembe. Ya hırsızınkiyle seninki? Mavi.
 Kural,
 Mavililer boğuşacak.
 Pembeliler bağıracak.
 Herkes görevini bilsin. Ta doğumhanede yapıldı bu iş bölümü. 
 Misal,
 Eşinle kavga ettin.
 Ne yapacaksın? Hiç. İşine gidip hiçbir şey olmamış gibi çalısacaksın.
 ''Ay İsmail sinirim çok bozuk, benimki sabah sabah anneme laf etti'' diyemezsin.
 Karın o esnada telefonun başında, bir sigara ve bir kahve eşliğinde arkadaslarına seni çekiştiriyor olabilir. Olsun. Onun mazereti var, patikleri pembe.
 Misal,
 Evde aniden bir böcek peydahlandı.
 Kim gidecek üstüne? Tabii ki sen. Zira karının gitmesi hiçbir ise yaramaz.
 Böcek renk körü mü? Maviyle pembeyi ayıramaz mı?
 Ve sorarım sana, hangi böcek pembeden korkar?
 Tam tersine aşka gelip karının üzerine tırmanmaya bile kalkışabilir.
 Ama mavi... Bırrrrr.
 Misal,
 Savaşa gidilecek.
 Kim gidecek? Tabii ki Mehmetçik.
 Sen hiç ''Vatan sagolsun'' diye bağıran Ayşecik gördün mü?
 Benim bildiğim Ayşecik kameranın karşısında
 ''Size baba diyebilir miyim amca?'' diyordu ve hatırladığım kadarıyla omuzunda tüfek falan da yoktu.
Diyeceğim ;
Mavi patikli olmak zor zanaat.''Erkekler ağlamaz.''
 Yukarıdaki yazı YUSUF HAYALOĞLU'na aittir. 
Ya sizce gerçekten erkekler ağlamaz mı? Oysa kadından daha çok duygulandırır erkeğin ağlaması insanı.. Kadın, erkek değil insan olan ağlar. Ne güzeldir gözden yaş akması... Duygularını belli etmek. Allah gülerken ağlayanlardan olalım. Gülerken sevinçten ağlayasak her zaman keşke.. 

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? 

Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? 

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? 

Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? 

Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? 

Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?
Victor Hugo