22 Ekim 2017 Pazar

İLERİSİ KISALINCA, GERİDE NE KALDI DİYE BAŞLAYAN BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ

Facebook; son zamanlarda hepimizin hayatını kaydettiği özel bir mecra. Face "Yüz" Book "Kitap" Yani Yüz Kitabı.. İnsanların başka insanlarla iletişim kurmasını ve bilgi alışverişi yapmasını amaçlayan bir sosyal ağ.

Zaman zaman değişik yazılar, değişik anekdotlar görürüz. Ama bunlar facebook deryasında yeni resim ve yazılar eklenince kayar gider. İşte bu sanal alemde kalıcı olmasını istediğim hoş bir paylaşıma şahit oldum. Bloğumda da bunu  herkesin okumasını istedim.

Dayım Tekin Ateş'in "İlerisi kısalınca; uzun geçmişime baktım.. İlerde pek bir şey kalmadı, acaba geride ne kaldı?" adıyla paylaştığı roman değerindeki albümünü sayfamda paylaşacağım. Resimlerin altına yazdığı güzel yazılarla, geçmişe yolculuk edeceksiniz okurken...

İŞTE ONUN KALEMİNDEN RESİMLERİN, DAHA DOĞRUSU BİR YAŞAMIN ÖYKÜSÜ.
(Yazıları hiç değiştirmeden kendi kaleminden aktarıyorum.)  


"İnsan eylemleri ile kendisini yaratır, insanın arzusu ne ise kaderi de o olur."
 (Nasuh MAHRUKİ'den aldım.)

17 yaşımdan bir resim, yüzde çizgiler oluşmamış, hafif gülen gözler,  ileriden umutlu bir genç ama hepsi bu... Yaşamın ona hazırladığı sürprizlerden, sevinçten, dertten, alınacak keyif, hicran ve sevdadan habersiz, ama umutlu..

Hani derler ya "Umudu olan müziksiz de dans eder ''

Vallahi doğru. daha küçük yaşlarda mahallede Twist kralı olmuştum ve müziğimizi ağzımızla çalardık.


1955... 6 yaşındayım. 6-7 Eylül Kumkapı'da böyle oldu. Sanki büyükler bir oyun oynuyordu, dramı bilemeyeceğim yaştaydım.  Meğerse içime kazınmış çaresizliğin, tükenmişliğin tablosu. Yunus Emre der ki; "Ben gelmedim kavga için, benim işim sevgi için" Sevgi birden yok olmaz, birden de var olmaz.O vardır bulup çıkarmak gerekiyor.
Buda da şöyle diyor '' Nefret sevgiyle son bulur ''


Tüm Gayrimüslimlerin dükkan ve iş yerlerine saldırıldı ve içeridekiler dışarı saçıldı. Ben bilmezdim kim camiye, kim kiliseye gider, onlar komşumuz ve esnafımızdı. Dondurmacı Boris amcanın renkli dondurmaları, oyuncakçı Kirkor amcanın renkli misket ve topaçları, karelema şekerleri Kumkapı'nın arnavut kaldırımı sokaklarını süslemişti. Ama vardı bir tuhaflık!!  Boris ve Kirkor amcanın çaresiz bakan gözlerinde, yaşları da sezmiştim. Yıllar sonra,  işin aslını farklı belge ve kitaplar okuyarak kavrayabildim. Aynen Almanya'da Hitler döneminde Meşhur Kristal Nachtın bir benzeri (Yahudilerin dükkanları cam çerçevesi kırılıp talan edilen gece. ) Bu benim ilk travmamdı. O yüzden son zamanlarda Ortadoğu'da olanlar beni ilgilendirmiyor,  ilgilendiğim çocuklar. Benim ki bir gündü, o çocuklar yıllardır yaşıyor. Mahvoldu çocuklukları, torunlarıma bir başka sarılıyorum. Yapmayın kaçırın çocukları bu travmalardan .

Çocuk  trajedi de gülermiş, İhtiyar ise komedi de ağlarmış.

Mağdurların gözlerinde gördüğüm o günkü çaresizliği tarif edemem, hayatım boyunca benimle oldu o müthiş tükenmişliğin gözlerde ki yansıması. Bugün de o gözlerle karşılaşma korkusu devam ediyor, zira dram başka yerlerde devam ediyor.


1958 Sirkeci, Bakırköy sahil yolu yapılıyor.. Başbakan Menderes. Yani, denizle aramıza bir cadde girecek,  lebiderya evimiz denizden uzaklaşacak. İstanbul nüfusu, o sıralar surlar içinde 600.000 miş. Metropol olmanın ayak izlerini yaşadığımız bir döneme girmişiz meğer. Kendimi şanslı buluyorum. İstanbul'un ıhlamur, yasemin, güller kokan bahçeli evlerini, çeşmelerinden sular akan sokaklarını gezip bildiğim için.

Servet yanlız para ve ziynet değildir, anılarındır da.


1959 ortalarındayız, yol yapımı Sirkeci'den başlayıp tam evimizin önüne kadar yapılmıştı. Beton dökülmüş zamanına göre çok geniş bir bulvar. Başbakan Menderes teftişe geldi, arabası tam evimizin önünde durdu. Bütün mahalle kendisini alkışlıyor, ablamla ben arabaya yanına gittik .Oturduğu sağ arka yerden camı açıp elini çıkardı ve saçlarımızda elini gezdirerek bizi sevdi, biz de elini öptük.

"Yolu beğendiniz mi? dedi. 
Ablam cevapladı: "Evet "
"Ama evinizi yıkıyorum"dedi 
Cevabı gene ablam verdi: "Ama parasını da veriyorsun" dedi.

Saçlarımızı okşadı gitti. Çocukca bir sevinç başbakanın elini öpmüşüm,  ne iş yapar bu adam. Bilmem, hadi bildim diyelim  nasıl anlatacağım görevini, o ne ki!!??  Neyse ya önemli olan önemli birinin elini öptüm. Yani çok karlıyım.

Sevinç duymakla; mutlu olmak arasında ki farkı öğreneceğim yaşlara henüz ulaşmamıştım .


2 sene geçmedi, 60 ihtilali sonrası asıldı. 2. büyük travmam.. İstiklal madalyalı Başbakan ''Vatan Haini" diye asıldı. Uçağı, İngiltere de yere çakıldı ordan kurtuldu, büyükler "Vay mukaddes adam" demişlerdi  Bu nasıl bir çelişki!!!  10 yaşımda yorumlamam mümkün değil. Daha sonralar onun hayatı, yaptıklarını, iktidarını, idama giden yolunu bir çok araştırma da okudum. Şimdi bu konuda yorum yapabiliyorum ama; o zaman benim için elini öptüğüm adam asılmıştı. Acaba öpmesem mi başka el ?. Uğursuz mu geldim adama ne..... Herkes ölümle nişanlı imiş  o evlendi . Bende ilk defa bir yakınımın ölümünü yaşadım, elini öpmüştüm ya !!

Ne ölmek,  ne de yaşamak yeni bir şey değil Dünya da.
Yaşatmayı da denemeli insan, hazzı korkunç keyif verir.


Sonra birdenbire bunlar çıktı. THE BEATLES. Ne dalga idi o.  Twisti, Çaçayı, Çarlistonu, Kalipsoyu, Mamboyu hatta nerdeyse Tangoyu bile unuttuk. Bir deli dans, herkes nasıl isterse öyle zıplayacak, öyle de yaptık, hele kafaları çok salladık galiba. Zor toparladık. Bence sanat, ne bir eser, ne bir eğlence, ruhlarımızı sergileme platformu. O yıllarda diskolar yayılmamış, şimdiki gibi çılgın konserler yok, platform sıkıntısından ruhların dar zamanları. Şanslı bulurum kendimi, İstanbul imkanlarıyla ruhumuzu az da olsa sergileyebildik. 

Ruhu yaşatan hiç bir şeyden korkulmaz, öldürenden sakınmak lazım.


Gelsin Çiçek çocukları ve Hippiler. Aşırı sivri ve uzun yakalı çiçekli gömlekler giydik, saçlar omuzlara inip geçti. Ve "Savaşma Seviş" dedik. Saçların uzunluğu yüzünden mahallenin ağır abilerinden dayak yemedik, ama onlardan hep uzak durduk. Zira; bizi gördüklerinde, "ne ulan o kız mısınız siz" derlerdi. Demeyen ağır abilerimiz de vardı,  onlar hakikaten ağır abilerdi ya. Evde biraz sitem, çevrede az hoşgörü, herhalde ilk kişisel direnişimdi. Ya pantolon paçalarına ne demeli, biz dönmeden paça köşeyi dönerdi. Hatırımda kaldığına göre 37 paça idi. Şimdi gençleri yırtık pantolon, horoz ibiği saç traşıyla , kulakta ve kaş da küpeyle görünce gel de yargıla bakalım.  Sevdiğim bir laf var. Şöyle; " Her çocuk yaşayacağı çağın şartlarına göre doğar " Eee o zaman gel de hoşgörülü olma, empati....  empati... iyi ki var bu erdem.

Arasıra değil sürekli kendi mazi aynamıza da bakmamız gerekiyor, demezler mi aynalar yalan söylemez diye .


Kıbrıs'da Yunan hükümeti silahlanma kararı alınca, devrin başbakanı İsmet İnönü Kıbrıs'a müdahale etme kararı aldı.  Amerika müdahale etti ve başkan Johnson sert bir mektupla müdahale etti. Neymiş iki Nato ülkesi olduğu için olmazmış. Rusya Türkiye ye müdahale ederse Nato Türkiye'yi savunmada isteksiz davranır ve Amerika'nın Türkiye'ye sağladığı askeri yardımını bu müdahalede kullanmasına müsaade etmezmiş. Nokta... Bana ne ya, ama herkes bunu konuşunca bana ne olmuyor, ilk siyasi yorumlara kulak kabartışımın kıpırtıları.

Ne oluyor ya, hani ne demeğe başlamıştık ''Savaşma Seviş''. İnsanlık başa mı dönüyor, bırakmamış mıydık bu öldürme işlerini yetmedi mi 30 yıl savaşları, 1. ve 2. dünya savaşlarında ki ölümler. 
İnsanlık tarihinin her yüzyılının 80 yılı muhtelif nedenlerle savaşmakla geçmiş.

Suçluyu buldum. Çiçek çocukları, hippiler yani kandırıyorlarmış bizi veya biz kanmışız sevişeceğimize.

Siz siz olun kanmayın, güvenmeyin savaşmayacağız diyen insanlığa, öyle bir model insan yaratılmadı henüz, günlük kişisel didişmelerimiz makrosu ne yazık ki savaştır.


İnönü derhal Amerika'ya gitti ve Johnson'la görüştü, netice müdahale askıda kaldı. Türkiye biraz Moskova'ya yanaştı. Komünizm korkusuna rağmen. Neler yaşadık. Yunanistan şanslı ülke, batı hep himayesine aldı. Tabi biz çocukken hatırlarım,  savaş çıkarsa diye gece karartma uygulamaları yapılırdı, evlerin kapıları pencereleri örtüyle kapatılır, dışarıya ışık sızmasını önlerdi büyüklerimiz. Hani karne ile ekmek ve gaz aldığımız yokluk yılları . Bu sefer ne karatma uygulandı ne de arabaların ışıkları gözükmesin diye gres yağı sürüldü. Ama jeansım Levisdi . Unutmuştum ilk okulda Marşal yardımıyla gelen ve zorla içtiğim süt tozundan sütümü, rezil Amerikan peynirini ve iğrenç balık yağını. İyi bakıldık, canım neme lazım şimdi. Acaba diyorum o besinlerde Amerikan hayranlığı geliştiren bir katkı mı vardı. Gülmeyin.... Dedim ya ilk siyasi kulak kabartmalarım, intibam mı. Johnson kötü adam ya.

Martin Luther King bakın ne demiş; "Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak; bu arada çok basit bir sanatı unuttuk.  Kardeş olarak yaşamayı."


1968... Müthiş yıl. 68 kuşağı müthiş bir kuşak. Avrupa sarsıldı. Bizde 6 filo ile gelen Amerikan askerlerini Dolmabahçe'den denize döktük. Çetin Altan Akşam gazetesinde ki köşesinden. şöyle yazmıştı; "Geçenlerde, birinin boğazına arpa tanesi takılmış ve boğularak ölmüş. Hayret!!! Boğazına koskoca 6 filo demirleyen bir ülke hala yaşıyor" Tabii ki,  Çetin Altan böyle yazdığı için dökülmedi Amerikan askerleri denize. Vietnam savaşı var ve Amerikan emperyalizmine nefret son safhada, Avrupa ve Türkiye de Sosyalizm ve Devrimcilik 68 kuşağının müthiş temposu ile zirvede. İzmir'de bir dökmüştük işgalcileri denize,  o sene de Emperyal Amerikan askerlerini döktük.Bu arada ben de 18 yaşımı devirdim  ne yıllar be! Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve sonra her şey duruluyor. Ne alaka olduğunu, sonra ki yıllar ve hala süren dünya da ki kaoslar öğretti.  Dünya nüfusu 7 milyara yaklaşıyor ve insanlar aynı süratle birbirinden uzaklaşıyor.

Şimdiki kuşakları apolize etmek için bir gayret var, tüketim toplumu yaratıldı. Küreselleşme ve kapitalin yayılımcı politikası Dünyayı şekillendiriyor. Bize düşen de camiye daha da sığınmak olsun isteniyor.

68 kuşağının yitenlerinin ruhları sızlıyordur herhalde..
İnsan deney kazanınca, geçmiş acıların ve saflığının özetiyle karşılaşıyor.


Biz onları denize dökmüştük, sonra kafamıza çuval geçirdiler. Alıştık neler oluyor, bakalım biz ne zaman onlara çuval geçireceğiz, onlar bizi ne zaman denize dökecek. Sonra gene öpüşeceğiz. Ünlü bir düşünürün lafı idi, kimdi aramam lazım unuttum. Şöyle diyordu "Politikacıları imha edin, halklar nasılsa anlaşır". Denemek lazım diyeceğim ama hangi halkla olacak bu iş, ben hala politikacıların poposunun kılı olmaya hazır gönüllülerin içinde yaşıyorum.

Memleket meselesi, her ilk gelen meselenin de önünde olmalıdır, o bizim müşterek sevdamız, ama sevda da hak edilmelidir, sürü psikolojisiyle sevda olmaz ,başkasına biat olur.

Türkiye de;  400.000 aşkın erkek erkeğe kahve mevcut, buna karşılık 1413 kütüphane var, kahveler 285 kat fazla, nüfusumuz 74 milyon. Almanya, 80 milyon 7877 kütüphane var, onlarda kitap sayısı 150 milyon,  bizde ki sayı 13 milyon. Biat etmek için ortam gayet uygun.

Dinimizin kutsal kitabı ''Oku'' diye başlar, çok şükür ya öyle başlamasaydı.
Okumak, kadın ve erkek her Müslümana farzdır. (Hz. Muhammed)


Hayda!!!! ne zaman büyüdüm ben ya, askere gitmem lazımmış. Bu askerlik öncesi Beyoğlu çiçek pasajında.

"Kim kime dum duma" diye bir resturant yani askerlik öncesi son dem. Uzun hikaye... 18 ay buraya sığmaz. Ama çok sıkı bir şey öğrendim, askerde onu paylaşmam gerekir, önemli.

Teğmen beni üzgün, durgun görünce, neyin var diye sordu.
"Moralim yok" dedim, demez olaydım.
 "Bak" dedi.
Moral, verilen görevi tam layıkıyla yerine getirdikten sonra ondan duyulan hazdır.  Nokta.

Mektubum gelmiyor, param yok, ailemi, İstanbul'u özledim, sivilliği özledim, dememin gereği kalmamıştır. Sağda ki benim  yok ya o Sefa gözlüğünden tanıdım. Solda ki benim, pardon pardon o Recep, benim bıyığım yoktu ki. O zaman ortada ki ben evet evet o benim.

Şaşırdım ama niye şaşırmayım ki, isterseniz son resimlerime bakın, göreceksiniz zamanın vefasızlığını.

Dün öldü. Bugün can veriyor , yarın ise henüz doğmadı, hazır olun ki kolay alıp gitmesin onu zaman..



İşte hayatımın dönüm noktası... Alman irtibat bürosu İstanbul. Almanya'ya gidiyorum, eşim Selma istek yaptı, aaaaa bu arada evlendim eşim Selma Almanya'ya gitti ben askerken. Hangi ara dere evlendin demeyin, siz hangi ara dere de evlendiyseniz öyle işte. Önemli ve değerli bir iş yani. Askerlik bitince ben de gidiyorum, ama Almanlar bir dizi sağlık kontrolü yapmadan almıyorlar, o yüzden Alman irtibat bürosundayım. Anadan doğma soyup muayene ettiler, geçtim sağlıklı imişim, ne olacaktı yani yaş 22 prostat mı olur insanda. Vay canına ya, sağlık kontrolünden geçemesem ne olurdu. Burada olasılık fantezileri ile tahminler yapılabilir. Almanya'ya gelmeseydim hayatımın akışı hangi mecralarda olurdu. Yani insan kendi kaderini kendi tayin eder lafı var ya, boş laf mı acaba . Benim düşüncem ise insanlar hayatında olmazsa hayat boş.

İnsan şu geleceği bir hesaplayabilse ve de planlayabilse, zira gelecek gelecekte geçecek.


Bu resme yorum yapmıyorum. Alman irtibat bürosunda. sağlık kontrolü için giderken ki ruh halimi ancak böyle anlayabilirsiniz. Aslında bu adam belki iyi adamdır, burda sadece konu mankenidir. Kendisini tenzih ederim. Acaba kim?  Korku bazen ayaklarımızı kanatlandırır, bazen de tonlarca ağırlıkla sabitler. İnsan bildiğinden değil bilmediğinden korkuyor. Bilmek ve öğrenmek yaşam boyunca araştırmak korkunun en korktuğudur.

Siz onu korkutun derim, müthiş dingin olursunuz.


Selamın Aleyküm Almanya. Kim Bahnhof''dan geçmedi acaba. İlk buluşma mekanlarımız. Yeni bir dünya, yeni bir dil, farklı bir kültür. Ana vatandan uzak bir coğrafya, genç bir adam ve keşfedilmeyi bekleyen çok şey var.  Birde ayakta durmayı becermek var. Gelecek acaba nasıl gelecek. İyi ki burada ailem var, onlarsız zordu onlarla zorsuzdu.

İnsan kendiyle dalga geçmeyi keşfetmeli pek eğlenceli oluyor, mesela ben düşünce, acıyla kıvranırken bile kendime ''Salak derim, nasıl düştün'' içimden gülmeyi öğrendim. Bir de şu davranış metanetli olmayı kazandırıyor. Hani insanın başına kötü bir şey gelir ya, ilk aklıma gelen, başıma gelenden daha beterlerinin olduğunu düşünmektir. Nasılsa başa gelene üzülmek için zamanım olacak, ama o an metin olmak ve toparlamak için zamana ihtiyacım var. 

Tabi o yıllar da nerde, bu özgüven ve tecrübe, kendimle barışığım ama henüz alaya alamadığım dönemler.


Tanıştırmıyorum.  Dünya tanıyor. Demirel gitti, Ecevit bitti, Erbakan, zaten takmazdım. Yaşasın adamım Willy.   Şimdi başbakanım O. Bir yunanlı komşum var, arasıra buluşur, iki tek atarız, bir gün iki tekden sonra, sana kahve yapayım mı diye sordum. He kahve mi yani '' Has siktir kahvesi '' dedi. O ne demek ya deyince anlattı.  Misafirin gitme zamanın geldiğini belirtirmiş ikram edilen son kahve. Bundan niye bahsettim söyleyeyim, ben burda misafir işçi imişim ,geçici bir süre kalabilir mişim o da kontratımda ve pasaportumda vurulan damgada belirtilmiş. 12 ay süre bitince yeniden uzatma başvurusunda bulunabilir mişim. Ama her an has siktir kahvesi ikram edebilirler. Yani bavulun hazır bekleyeceksin,  önünü görmek , geleceği planlamak kahvenin ikramına bağlı.

Hiç bir şey beklemeyenler mutlu olabilirler , zira hayal kırıklığına uğramazlar. Halbuki gencim beklediğim ve yapacağım çok şey var . İnsan beklemeyi artık bekleyecek bir şey kalmadığında öğrenir ve sindirir.

Öğrenmeden beklemeyi öğrendim, zaten beklerken sindi.


Helmut Schmidt: Bu da başbakanım oldu, benim de misafirliğimin süresi ilk defa 5 yıla uzatıldı. Sonra da süresiz misafir kaldım. Meğerse o daha fena imiş, süresiz ya Has siktir kahvesi her an gelebilir, süreli olursa süre sonuna kadar hakkım baki imiş. Bir şey diyeyim mi? Ne Schmidt, ne Willy Brandt, ikisi de başbakanım falan değildi, kim takar onları. Esas oğlan Yabancılar polisinde pasaportuma müsaade damgasını vuran Almandı. Başbakanım o idi. Yok yok hatta Cumhurbaşkanımdı.  Şimdi Türkiye'de yabancılar polisinde ki mültecileri ve yabancıları görüyorum ya onlar bana hısım gibi geliyor. Sormak lazım onların başbakanı kim acaba, inşallah iyi bir adamdır.
Cimrilik insana en yakışmayan davranış biçimidir. Nefret ederim cimriden, madden paylaşmayı bilmeyen manen zaten zavallıdır . Zaman içerisinde amir de olabilirsiniz, bu erdem yoksa kamil de olamazsınız.

Sevginizi nasıl paylaşacaksınız ?


Helmut Kohl. Dev adam, politikacılığı için kullanmadım, cidden dev gibiydi .O da uzun süre başbakanım oldu. Has siktir kahvesi ne oldu diye sorarsanız, canımı sıkarlarsa o kahveyi ben yaparım onlara. Çünkü ben Alman oldum, ya bu terime de alışamadım bir türlü Allahtan değiştirdiler. Türk Kökenli Alman'mışım. Heh şimdi daha iyi, hani demiştim ya kendimle alay ederim ben diye, Alman pasaportumu elime alınca kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum., Yalnız kalınca koyverdim zaten. Ben ve Alman olacak şey mi bu.  Evet nankörlük etmeyeyim bu ülke bana çok şey verdi.  22 yaşıma kadar Türkiye'de yaşadım,  sonra 45 sene Almanya da yaşadım ve yaşıyorum. Türkiye'de ki sürecin iki katı, anam ömür bu ya. Buna rağmen, rüyalarımı hala Türkçe görüyorum biliyor musunuz niye? Sakarya savaşında Mustafa Kemal Atatürk şöyle demişti ''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır '' Hat yani cephe ben onu 45 sene önce geçmiş gitmişim,  ama sathında kalmışım .

Anamız babamız Cumhuriyetin ilk çocukları ve biz de onların çocuklarıyız. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları Cumhuriyeti kurduktan sonra ki inkılaplarıyla ümmetten millet yarattılar. Ve bizi millet olarak büyüttüler öylede kalacağız .

Dünya da ki tüm insanlar benim hemşehrimdir, hatta akrabamdır.Tüm ülkelerin vatandaşlığını verseler alırım. Sathımı kimse değiştiremez, ona güç de yetmez. Mustafa Kemal imzalıdır .


Terör zamanı.. Terör Almanya da da esti, Baader Meınhof mensupları uzun yıllar yaptıkları kanlı eylemlerle 34 kişinin ölümüne neden oldular. Alman işverenler sendikası başkanı Martin Schleyer kaçırmışlardı, serbest bırakmak için hapisteki arkadaşlarına özgürlük talep ettiler. Talepleri karşılanmayınca Schleyer ölüsü Fransa Almanya sınırına yakın bir köyde arabanın bagajında bulundu.

Schleyer'i bulmak için Avrupa polisi alarmda, o sıralar Paris'den geliyorum gece saat 02, eksi 10 derece soğuk var arabam bozuldu, çekici çekti soğuktan dudaklarım çatladı.S abahın ilk ışıklarıyla tamirhane bakımı yaptı, yola koyuldum. Eve 1 saatlik yolum kaldı,  uykusuzluktan otoyolda parka çekip yattım. 1 saat uyumuşum cama vuran polis uyandırdı, dışarı çıkmamı istedi, dediğini yaptım. En az 30 polisin silahı üzerime çevrilmiş ve nişan almış durumdalar vur emri var kıpırdayamadım. Tabii rutin kontrolden sonra serbest kaldım. O gün Schleyerin ölüsünü bir arabanın bagajında buldular.

Baader örgütü radikal sol görüşlü bir örgüttü, yabancılarla bir sorunu yoktu, daha sonraları yabancı düşmanları genellikle Türklerin evlerini yakmaya başladı ve bir çok yurttaşımız, çocuklar da dahil hayatını kaybetti.  

Bu korkunç bir durum, her gece acaba endişesiyle yatağa gitmek olacak iş değil. Bu tedirginlik henüz giderilmiş değil.

Terör sokakta da artık karşınıza çıkıyor, o hale geldi, ama bu ev kundaklama olayı psikolojinizi müthiş etkiliyor .

Evet ölümlerin % 90 ı yatakta olduğu için insanlara en tehlikeli yer yataktır , tamam da bu ecelle ilgili terörle olmamalı.


Terörün anavatanı da allak bullak ettiği dönemler, resim kanlı 1 Mayıs Taksim'inden. Karanlık yıllar uzaktan endişeyle takip ediyoruz, izin dönemlerinde de yakından. Fatih'in ara sokaklarında bir grup arabamın önünü kesti sağ mı, sol mu ve hangi fraksiyon bilemedim yalnız çok karanlık gözlerle karşılaşmıştım, içlerinden biri bırakın o gurbetçi deyince badiresiz atlattım. Günün birinde kesin dönme planları yaptığımız ülke nereye gidiyor, malum burada henüz misafiriz, her an Has siktir kahvesi ikram edilebilir. Yakınlarımızın ana vatanda geleceğinden de endişeliyiz. Zor yıllardı.

Huzuru dışarıda bulamazsak kendi içimizde nasıl bulacağız .
Geleceğinizi bilemezseniz kendinizi de yönetmeniz zor ,

Tabi bu arada aile büyüyor, çoluk çocuğa karışmaya başladık. Artık kendi geleceğinin dışında düşünme mecburiyetinde olduğun bireyler var, düşününce titreten, sarsan, hassasiyetini daha da duyarlı hale sokan, senden de kıymetli olanlar onlar. Her şeyi feda edebilirsin belki ama onları asla.


Bu bir roman olsun istemedim , herkesin kendi romanı vardır. İnişli, çıkışlı, maceralı, eğlenceli veya dramlı  onu yaşayan kendi bilir, güzel mi, mutlu mu, iyi mi, şansız, kısmetsiz mi? Zira herkesin değer yargısı farklıdır. Önemli bulduğum, bunlardan ne kadar ders aldık  yaşayışımıza dirlik ve düzenlik getirmek adına neler kattık. Mutlu olmak herkesin hakkı, ama hak etmek de lazım. Ben şöyle düşündüm, mutlu olmak istiyorsam mutlu etmeliyim, mutlu edersem karşılığını alırım. Bu tabi büyük bir özveri istiyor, anlamayıp istismar edilirseniz hazırlıklı olmanız lazım, yoksa küsersiniz, incinirsiniz.  vazgeçersiniz. Mutluluk veriyorsanız mutluluk beklemeyin gelirse ne mutlu...

Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur, zaman zaman hicran da gerekir .

Aslında bunları verirken kendiniz için veriyorsunuz, ya tutarsa . Küsmek yok devam.


İnsanlar; Onlarsız olur mu? Yaşamın tadıdır onlar, renkli, eğlenceli, sevecen, paylaşan, kaprisli, kindar, nemrut, iyi, kötü, her birinin ayrı bir yeri olmuştur hayatınız da .

Hepsinin huylarının bana benzemesini nasıl isterim,  benim gibi düşünmelerini nasıl beklerim. Onlar olmasa hiç bir şey kazanamam, kaybedemem de iyi ki varlar, yaşam onların varlığıyla değer kazanıyor.

Alçak gönüllü olmak; bazen insanın kendisini yüksek görmesinden de gelir. Böyle bir düşüncem asla olmaz, çok samimiyim,  beni öfkelendiren olmadı mı ? Beni zor durumlara düşüren, hakkımı yiyen  sayısını bilemem oldu tabi. Ama gene onlar olmasa iyiyi kötüyü ayıracak deneyim olmazdı.

Bir de şöyle düşünmek lazım. Herkesin bildiği benim bilmediğim bir şey vardır. 100 kişiden birer şey öğrensem, yüz bilmediğimi öğrenirim.

Beni sevsinler sevmesinler o onların bileceği iş, ben kendi işime bakarım herkesi sevmek işim olmalıdır. Onlar için değil kendim için seveceğim.

İnsanların yaptıkları tek bir şeye derin üzülürüm, hak etmediğim bir şeyle itham edilmek, işte ona katlanmak biraz zor, indiği yer çok derin oluyor.

Annem kurabiye yapmıştı, nefis kokuyordu, hepimiz toplanmadan çıkarmamıştı, çaktırmadan çalmak istedim,  yakalandım. Elimi uzatırken annemi de gözlüyordum farketti . "Bak şu haylaza, gözümün içine baka baka alıyor "dedi. Valla değil, ona inat almak istemiyordum, ona bakmamın sebebi fark ettirmeden çalmaktı. İlk iftira annemden geldi, kızabilir misiniz rahmetliye, ama beni sarstı 7 veya 8 yaşında idim. Allah iftiradan esirgesin, kendi gitse de izi kalıyor. 10 yıllar geçmiş unutmamışım, derinliğini siz düşünün.

Cesaretimi topladığım bir gün de eksiklerimi, yanlışlarımı, hatalarımı, günahlarımı da paylaşırım.

 Mükemmel insan yoktur bende değilim.
Sevmek acı çekmektir , sevmemek ölmektir.
( ARİSTOTELES )


Aile... Resimde çok eksikler var, olmayanlar kıymetsizlerim değil, her birini birbirinden ayıramam. Hepimizin birer ailesi var,  nereye giderseniz, ne kadar süre onlardan uzak da yaşarsanız, ne kadar ihmal ederseniz, ne kadar arayıp sormasanız, döndüğünüz de, başınız sıkıştığın da sığınacağınız sıcacık bir kucaktır orası. 

Ruh da, beden de rahat olmayınca döşek rahat olsa ne yazar. Rahatlıktan çok sıcaklık arar insan, onun da en sıcağını ancak ailede bulursunuz.

Bir şeyi de vurgulamak isterim, yanımda ufak çocuk gören hemen torun mu diye soruyor, evet deyince arkasından gelen şu ''çok seviliyorlar değil mi ?" Evlat sevgisininin de üstünde. Buna katılmıyorum,  toruna kıyamam, evladın her zaman ayrı yeri vardır.

Bazı torunları görüyorum, dedesinden aldığı kuvvetle babasını, annesini kale almıyor ve şımarık davranıyor. Zira ebeveyni bir şey dese dede ve anneanne hemen torunu koruyor. Hor görmüyorum yanlış diyorum, yapmayın bunu ne toruna bu aşırı duyarlığı hissettirin, ne evladınıza böyle bir ayırımı yaşatın. 

Benim ilk çocuğum doğduğunda, ben çocuktum. İş, güç kendi farklı ilgi alanlarım da vardı. Çocuğumun nasıl büyüdüğünü ve şirin olduğunu gözlemleyemedim. Şimdi yaş kemale erdi, vakit bol. Doğaya karşı daha duyarlı oldum. Torunla geçirdiğim vakit,  kendi çocuğumla geçirdiğimden daha fazla, büyümesini, ilk adımlarını, ilk kelimelerini, gelişmesini ve şirinliğini gözlemleyebiliyorum ve keyif veriyor. Bu yüzden torun daha seviliyor diye sevgiyi kategorileştirmek gereksiz. İkisini de seversiniz ve birbirinden farklı bir sevgiyle değil.


İşte bu kadar, bunlar benim düşündüklerim... Kesinlikle hepsi doğru tespittir diye bir iddiam yok olmaz da zaten. O yüzden kendi değer yargılarınıza güvenin, benim baktığım yerden gördüklerim bana ait, sizin baktığınız yerden gördüğünüz size aittir. 

Bunları niye yazdım, kendimi yakından görmek istemem olabilir,  görürken de görsünler bana yararı olur size zararı olmaz dedim. Bilinecek bilinince daha fazla hatırım sayılacak diye bir düşüncem olmadı. Tevazuya gerek yok, dostlarım ve çevrem tarafından aranan, sevilen biriyim.Yaşama sevinci , yaşama ve insanlara pozitif bakma sizin sıcak bir ortam da nefes almanızı sağlıyor.

Etrafınız da insanlar olmasa bu hayat çekilmez, tek başına ne mutlu olunur, ne eğlenilir, ne keyif alınır, ne de hicran yaşanır, haydi diyelim daha iyi olur peki kimi seveceksiniz ( Aşk demiyorum , tabi o da var ) 

Derim ki yaşarken sürekli öğrenci kalabilmeli insan, çevreye ve insanlara karşı duyarlı olmalı, kendini sevmeli sevmeli ki duyarlı olduklarını da sevebilsin .

Doğru ve adil olduğuna inandığınız yapmanız gereken bir şey varsa, size zararı olsa da yapın, kayıplarınız olacaktır. Ama kendinize olan saygınızı yitirmez taçlandırırsınız.

Sevgiyle kalın.

Blog yazarı olarak ben ne dedim.. sadece alkış....


12 Ekim 2017 Perşembe

YAŞAM DAR AYAKKABIYLA YÜRÜMEKTİR.




"O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.

Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde.. 
Tek ayakkabı yapan dükkanında, ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi alıp ayağımın çevresini çizdi.

O ayağımın çizildiği karton, benim ayakkabı numaramdı.

Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum.
 Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.

Kapının her çalınışında koştum.

Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.

O gün onları giymedim. 
Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.

Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım.

Uyku girmedi gözüme.

Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben.

Ayakkabımı babam giydirdi.
Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.

Ama bunu babama söylemedim. 
O "Sıkıyor mu?" diye sordukça "Hayır" yanıtını veriyordum. 
"Dar, ayağımı acıtıyor" desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.

O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.

Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.
Dişimi sıktım.
Topalladım.

Soranlara "Dizimi vurdum" dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.


Doğrusunu isterseniz; yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.

Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...
Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir...
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...

Canınız yanar.
Topallaya topallaya gidersiniz.

Sonradan öğrendim "Yaşamın; dar ayakkabıyla yürüme sanatı" olduğunu... "


Yukarıda okuduğunuz bu yazı, şu sıralar  rahatsız olan  Bekir Coşkun'un yıllar öncesindeki köşesinden kesip saklamışım.Yani "Kesip Sakladıklarım" arşivimden çıktı. Eskiden kopyala/yapıştır olmadığından, ben gazetelerin köşelerinden yazıları kesip saklardım. Amerika'daki kadınlara hitaben çıkan bir gazeteye ilk deneyim olarak bir köşe yazmam teklif edilmişti. Gazetedeki köşemin adı hiç düşünmeden "Kesip Sakladıklarım" olmuştu. Hatta ilk bloğumun adı da "Kesip Sakladıklarım" idi. 

Zaman zaman, kesip sakladığım yazıları yapıştırdığım defteri açar , okurum eski yazıları.. Günümüzün ötesine iletecek güzel şeyleri görürsem de yazarım onları hemen bloğumda.

Bu yazı da bugünkü arşivimden çıktı, paylaştım, okuyunuz efendim.

8 Ekim 2017 Pazar

"AŞURE" bu tarif manevi tarif..

Aşure deyince hemen 1 kg buğday v.s. ile başlayan tarif vereceğimi sandınız değil mi?

Hayır. Onu tüm internet yemek sayfasında bulabilirsiniz. 
En güzel tarif işte şimdi söyleyeceğimdir.
  


Aşure; nar tanesi ile kuru fasulyenin, portakal kabuğu ile buğdayın, nohut ile tarçının kardeşliğidir, yani bir araya hiç gelemeyecek sandığımız onca ötekinin eşsiz bir uyumudur. Bu aşure bu toprakların en güzel kazanında yüzyıllardır pişer ve insanlığa, kainata bereketi, dostluğu, barışı, aşkı aşılar. .

Maçka Komşu Kapısı Derneğinin tanıtım broşüründe geçen bir tanıtımdı bu.. Bayıldım.. Ve devam ediyor..

"Biz de sokağımızda bu dostluğun, bereketin, dayanışmanın kazanını beraber kaynatıyoruz. İster buğdayını getir,  ister narını ya da emeğini, ister sazını-sözünü-muhabbetini.

 Ve inanıyoruz ki bu kazan, içine ne kadar çok umut ve emek alırsa o kadar güzel karacak aşuremizi.

Binlerce yıllık kardeşliğin toprağını aşureden daha güzel anlatacak bir aş yoktur sanırız."



Muharrem ayı 21 Eylül'de başladı. Aşure Günü ise bu yıl 30 Eylül tarihine denk geldi ve bizim de gözümüz komşudan gelecek bir tabak aşurede kaldı. 



Peki Aşure Günü ne anlama geliyor?  


Oğulları olan, Sam, Ham ve Yasef kendisine iman etmelerine karşın Kenan ve kavminden pek çok kimse ona inanıp iman etmez. 1000 seneden fazla Allah'ın emirlerini kavmine tebliğ etmesine karşın ne yazık ki çok zulme uğrar ve onların alaylarına maruz kalır.

Sonunda kavmini Allah'a şikâyet eder. Allah, Hz. Nuh'a çok büyük bir gemi yapmasını emreder. Ve ona yardım etmesi için Cebrail (as) kendisine yardımcı gönderir.

Hz. Nuh emre itaat ederek büyük bir gemi yapar ve kendisine iman eden ne kadar mümin varsa onları gemiye bindirir. Her cinsten birer çift hayvanı da yanlarına alır. Ve Allah sonunda büyük tufanı koparttır.

Gökten yağan yağmurlar ve yerden fışkıran sular bütün yeryüzünü kaplar.
Ten nur'un kaynaması ile gemi hareket eder. Sadece gemiye binen müminler kurtulur. Gemi aylarca suda kalır.

Bu zaman zarfında yanlarına aldıkları yiyecekler tükenmeye başlar. Geriye kalan yiyecekleri bir kazanda toplayarak bir çorba pişirmeye başlarlar.

O zamanda yapılmış çorbaya bugün Aşure diyoruz. Aşurenin hikâyesi de bir rivayete göre bu kıssaya dayanmaktadır. Yüzyıllardan bu yana değişmeyen bir gelenek haline gelmiştir Aşure. Osmanlı zamanında bu aya çok önem verilir idi.

Muharrem ayının 10. günü oruçla başlanırmış güne, kazanlarca aşureler yapılıp eşe dosta, konu komşuya dağıtılırmış. O zamanda aşure dağıtan gönüllü "aşure sebilcileri" varmış. Fakire, fukaraya aşure dağıtırlarmış.

Ben de bayılıyorum yolda giderken bir köşede dağıtılan sebil şeklindeki aşurecilere. Allah kabul etsin diyerek alıp yiyorum. Aşurenin içindeki çeşit çeşit malzemeler nasıl bir kazanda kaynayıp hoş bir tad veriyorsa,  bizlerde aynı ülkede çeşit çeşit insanlar birlikte yaşayalım ve etrafa güzel tadlar verelim inşallah.

BİR DELİNİN BAKIŞI

 

Akıl hastanesinin bahçesinde sigara içiyordum. 
Merakımdan sanırım, bir şekilde orada buldum kendimi. 
Kendi halinde, oldukça normal davranan, yüz çizgilerinden kırklarında olduğunu düşündüğüm bir adamla göz göze geldik. 
Ben bir kaç kafamı çevirsem de, o gözlerini üzerimden hiç çekmedi.

Kıyafetlerinden anladığım kadarıyla misafirdi orada, hasta demeye dilim varmıyor şimdi. Önce biraz çekindim, sonra cesaretimi toplayıp küçük adımlarla yaklaştım yanına. "sigara versene" dedi hemen. Sigarayı uzatırken "neden buradasınız?" demiş bulundum. Sigarasını yaktı, tekrar gözlerini dikti üzerime. Kırpmıyordu bile, ürkmedim desem yalan olur.

"İyi günler" dileyerek uzaklaşmaya karar verdim. 

"Belkide yanlış bir soru sormuşumdur. Belki canını sıkmışımdır ya da ne bileyim adam deli işte!" diye geçirdim içimden. 

"Sen neden burada değilsin?" diye bağırdı arkamdan. 

Öyle bir bağırdı ki, arkamı dönmeye korktum. 
Cinnetle bağırır gibi...

Döndüm yüzümü, olduğum yerde, yaklaşmadan baktım yüzüne.
 Bu sefer sesini daha da yükselterek, tekrarladı; 

"Sen neden burada değilsin ?
Onca sahtekarın, onca vicdansızın, onca ihanetin içinde durabilmeyi nasıl başarıyorsun? Çocukların vurulduğu, çiçeklerin koparıldığı, sevgilerin harcandığı, umudun tükendiği, renksiz, yapay bir dünya var dışarıda. Uyuşmadan uyum sağlayamadığım, gürültüsünden uyuyamadığım. Kirli, kibirli, kaba bir dünya var. Çıkarları uğruna seni çakıyla son model arabayı çizer gibi çizecek binlerce insan var. Kanını emecek bir sürü vampir. Sana kullanılıp köşeye atılmış pis bir mendil gibi hissettirecek bir sürü katil. Sen neden burada değilsin ?" 

Deliler mi yatmalı akıl Hastanesi'nde yoksa onları deli edenler mi? 


Bir delinin bakışı internette rastladığım bir anekdot.. Kim yazdı bilmiyorum, ama gerçek bir öyküyse ibretlik bir öykü.. Değilse bile bize paylaşma fırsatı vererek bu öykünün herkese dağılmasını sağlayan kişiye teşekkür ederim. 

HATAY MEDENİYETLER KOROSU

  



Hatay İş adamları Derneğinin düzenlediği Hatay Medeniyetler  Korosu konserini 7 Ekim 2017 tarihinde Aya İrini Kilisesinde gerçekleşti. Tabii ki bizde bu güzel etkinlikteydik. Bilinen konserlerin aksine birlik beraberliği ve bir sürü mesajı içinde barındıran bir konserdi. "Sen, ben değil BİZ varız" tezini şarkılarıyla, şarkı arası fıkralarıyla bize ilettiler.


Konser boyunca bir sürü kişiye teşekkür edildi. Ama asıl teşekkürü  Yılmaz Özfırat koro şefi hak etti bana göre..
Koristler, orkestra ve araları danslarıyla süsleyen Anadolu Ateşi Gençlik Grubu.. Çok beğendim. 


Konserin ilk parçası aşağıdaki fıkrayla açıldı.. Bu fıkra gerçekten de konserin ruhuna giden bir fıkraydı.

"Bir baba, bir haftanın yorgunluğundan sonra pazar sabahı kalktığında, bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü. Tam bunları düşünürken, çocuğu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu.

 Baba çocuğuna söz vermişti; bu hafta sonu onu parka götürecekti. Ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve çocuğuna; “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim.” dedi ve sonra kendi kendine düşündü:



“Oh be kurtuldum, en iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.”






Aradan 10 dakika geçince, çocuk babasının yanına koşarak gelip dedi ki:



– Baba haritayı düzelttim; artık parka gidebiliriz.Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içinde kaldı ve bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şöyle cevap verdi:

Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman, bütün dünya düzeldi…"



Konser işte böyle güzel bir öykü ile başladı. Konserin selamı da yine ilginç bir fıkraydı...

Öğrencinin biri yazılıları bitince sömestr tatilinde memleketine dönmüş. 

Arkadaşı Ali'ye, ben memleketime gidiyorum sen bana notlarımı iletirsin: Eğer bir zayıfım varsa Ebubekir'in selamı var, iki zayıfım varsa Osman'ın selamı var, üç zayıfım var ise Ali'nin selamı var dersin demiş. 

Arkadaşı notlara baktıktan sonra evini aramış, babası çıkmış telefona. Ali orada mı diye sormuş; babası, yok demiş, o da notu bırakmış:

- Ali geldiğinde söyleyin, Ümmeti Muhammed'in selamı var.


Bende konsere Ümmet-i Muhammete selam  vererek başlıyorum diye başladılar. Güzel bağlantılarla süslenmiş, farklı bir konserdi.

Aynı öyküleri  aşağıdaki videodan Yılmaz Özfırat'ın o keskin, duygulu sesiyle de dinleyebilirsiniz. Bu konser akşam ki konser değil ama önceki konserlerinde de aynı hikayeleri hoş ses tonuyla anlatmış. Orada konserin coşkusuyla dinledim ama tekraren de bu videolardan dinleyince güzel bir gece geçirdiğimin demini tekraren yaşadım.



Bu koroyu kuran, böyle bir etkinliğe emeği geçenleri tebrik ediyorum.. Tek Kelimeyle harika bir konserdi. Konserin aralarındaki şarkılarla uyumlu küçük fıkralar, olayların anlatımı konsere daha da çok renk kattı. Sıra dışı bir konsere tanıklık ettik, eşlik ettik ve çok sevdik.. Helal olsun emeği geçenlere, ama en çokta Yılmaz Özfırat'a...

Hatay önemli bir ilimiz, Kur'anda, İncil'de, Tevrat'da ortak olarak adının geçtiği bir ilmiş.. İlk Hristiyanlık burada kabul edilmiş. Kilise, cami, havrası aynı yerde olup; papazı, imamı, hahamı dost olabilen bir şehir burası. Koroda o gece,  alevisi, sünnisi, yahudisi, hristiyanı, müslümanı, kasabı, bakkalı, kısaca; insanı bir araya getirerek birliği, beraberliği bize öğrettiler... 

Videoyu izleyin, şarkıları dinleyin ama aralarda ki Yılmaz Özfırat'ın anlatımlarını da can kulağıyla dinleyin.. Bu konser bir önceki konsermiş Youtube'den buldum. Ama aşağı yukarı aynı idi.. Tek farkı Aya İrini kilisesinin muhteşem ihtişamının altında yapılıyor olmasıydı.. Yolları açık olsun. Nobel Barış Ödülüne aday imişler, tebrik ediyorum onları..