17 Aralık 2013 Salı

VİCTOR AMCAMA BİR KERE DAHA HAYRAN KALDIM.

 Kırk yaş gençliğin ihtiyarlığı, elli yaş ihtiyarlığın gençliğidir." 
Victor Hugo


VİCTOR HUGO, adını duyunca hepinizin şöyle bir düşünmesini istiyorum.

Bu ismi ne ile hatırlıyorsunuz. Lise çağlarının romanlarından “Sefiller” hemen ilk anda insanın aklına gelendir. Klasik eserleri okumanın ayrıcalıklı olduğu günlerde yani 90’lı yıllarda evlere kitaplar alınırdı. Aynı renk ve düzgün ciltte bulunan bu klasikler, sadece vitrininizin kitap bölümünün düzgün görülmesi için bazı kişilerce satın alınırdı.

Bu klasikleri okuyan çok var mıydı o yıllarda bilmiyorum. Sefiller’de bu klasiklerin içinde en çarpıcı olanı idi. Sen okudun mu desen. Kitap bizimde evin vitrin bölümünü süslerdi.

Aslında o yılların Lise öğretmenleri ödev olarak verse idi, belki de bugün bende klasiklerden “Sefiller”i okumuş olacaktım. Ama evde “sefiller” kitabı olupta okumadığım için şimdi üzüldüm. En kısa zamanda da okumak için bir hedef verdim kendime.

Victor Hugo’nun kitaplarından daha çok beni cezbeden asıl yanı şiirleri, güzel sözleriydi. Benim için Victor Hugo Fransa'nın Mevlana'sı idir. Ha bizdeki Mevlana, ha Victor Hugo.

Romanları, tiyatro yapıtları ve şiirleriyle Fransa’da başarıdan başarıya koştuğunu yazar özgeçmişinde..

Ayrıca, siyasi yönü de ağır bir edebiyatçı olduğu da. Hatta ölüm döşeğinde bile güzel bir söz söyleyerek hayata gözlerini yumduğu da benim için en ilgi çekici olanı.



İnsanın ölüm döşeğindeki bu güzel sözleri sarfetmesi herkese nasip olur mu?

İnsan bilse edebi kelimeleri söylerken öleceğini, ona göre bir iki Victor Hugo’nun güzel sözlerinden ezberler, anlamlı bir şekilde ölüverir.

Tabii ki dini yönüyle kelime-i şaadet getirmek son derece önemlidir, ama edebi yönüyle de bir Victor Hugo sözüyle gözlerinizi de kapamak arkanızdan ne anlamlı laflar söyletir.

Neyse ne demiş ünlü edebiyatçı ölüm döşeğinde;

“'Tanrı'ya inanıyorum, ahirete inanıyorum; fakat hiçbir kilise papazını başımda istemiyorum. Beni seven bütün dünya insanlarının gönülden dualarını bekliyorum. Bu benim için kafidir.' Hep isyankar, hem de inançlı bir söz etmiş rahmetli..

Şimdi diyeceksiniz ki durup dururken bu Victor Hugo’yla ilgili yazıyı yazmak nereden aklına geldi.

Bugün Victor Hugo imzalı bir mesajın telefonuma gelmesi ve benimde bu mesajı uygun ruh halimin olmasından dolayı hemen yazma isteği duydum.

Sözün anlam ve önemi benim için çok manidardı. 2014 yılı itibariyle 50. Yaşına basacak birine gelecek en güzel mesajdı.

“Kırk yaş gençliğin ihtiyarlığı, elli yaş ihtiyarlığın gençliğidir." Victor Hugo

Bu güzel tespit için Victor Hugo’ya teşekkürlerimi sunuyorum. Toprağı bol olsun. Nur içinde yatsın. 
Biz yeni 50 yaş gençlerini motive etti.

Ayrıca yaşlıları sevindirdiği gibi, çirkinleri de motive eden şu şiirindeki anlamı sevmemek mümkün mü?

Sevmek için güzele mi bakmalı, çirkin tende güzel bir ruh olamaz mı?
Çirkin olduğumdan değil canım, tamamen duygusal anlamda…İşte yeni gençlik hayatına giriş yapan biri olarak, sizlere güzel bir Victor Hugo şiiri ve Victor Hugo sözleriyle veda ediyorum.

Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

Victor Hugo


Victor Hugo Sözleri

Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç.
Kadını güzel yapan Allah, sevimli yapan şeytandır.
Kadınsız bir erkek horozsuz bir tabanca gibidir; erkeği ateşleyen kadındır.
Unutma, bir kalbi kırdıktan sonra özür dilemek fayda sağlamaz. Bil ki, telafisi olmayan şeylerin izahı gereksizdir.
Bir ülkede dalkavukluk ve yalakalık getirisinin değer kazanması demek, o ülkenin sonunun geldiği demektir...
İnsan hep sonradan farkına varır etrafındaki yalanların.
Unutma ki dost yada bir tanıdık, adresi belli değildir yalancıların.
En anlamlı yemin söz vermektir, En büyük intikam affetmektir, En adi söz hiç sevmedim demek; Ve en güzel cevap gülüp geçmektir.
İyi olmak "Kolaydır Zor olan "Adil" olmaktır. En "Mükemmel" Adalet ise Vicdandır.
Okumak gıdadır.Okuyan insanlık, bilen insanlıktır.
Bir okul fazla yapın, bir hapishane eksiltmiş olursunuz.
İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.
Yumuşak olma ezilirsin sert olma kırılırsın.

26 Kasım 2013 Salı

BİLMEDİĞİM NEDENLER


Neden, yazma isteği duydum bugün,  bilmediğim bir neden ama..

Neden sorusuyla bugün gördüğüm, duyduğum, paylaşmak adına, anlatacak çok şeyim var diyebilmek adına yazıyorum.

İşte bunlardan biri de.. insanın içinde  bazen isyana varan Neden sorusu?

Zaman içinde akıp giderken bazı olaylar, kişiler veya düşünülenler neden sorusunu aklıma getirdi. 

Yollarda, orda burada, kızınca her şeye neden acep recep diyen ben, neye neden dediğim aklımdan uçup gidiverdi yazmaya başlarken.

Ama bazen ben bilinmeyen nedenlere isyan ediyordum. 
Mesela, bu sabah otobüs camından süzerken İstanbul’u, 

Ne çokta  nedenler geçmişti aklımın ucundan.

Neydi beni bu yazımı yazmaya zorlayan, 
neydi içinde nedenini bilmediğim yazmak isteme nedenim.

Mesela bugün ben neye neden demiştim. İşte bunlardan bazıları..

-Neden otobüs durağına tam da ulaşacakken göz göre göre otobüs uçup gidivermişti beni görmesine rağmen.

- Neden bugün üst geçitlerde  “Büyükşehir çalışıyor” diye maliyeti büyük pankart asmışlardı. Aslında zaten biz onları çalışsın diye görevi getirmemiş miydik? Bunu bize neden sık sık hatırlatıyorlardı? O pankartların parasını da bizler ödemiyormuyduk?

- Neden olmadık duyuruları yollara asmışlardı da, geçen gün gittiğimiz harika bir etkinlik boş koltuklara sunulmuştu. Bu  kültür etkinlikleri neden anlamını vererek duyurmazlardı?

- Neden otobüste bir durak sonra inecek olan er kişi, son ana kadar bekler de tam siz ilerlemişken ayağa kalkar ve o yere oturmamı engeller. Bana garez miydi?

- Neden bugün üst geçitlere bol okkalı tükürmüşlerdi. Merdiven başlarına bugün neden kusmuşlardı. Bugün balgam atma günü müydü? Yoksa üst geçidi kimse temizlemeyip eserini herkesin görmesi bir şeref miydi? Yoksa balgamlı merdiven son günlerin trendi miydi?

- Neden sen iyiysen herkes iyi diye konuşan ben, artık bu söze inanmıyordum.   

- Neden insanlar kendi özel yaşamını didiklenmesinden hoşlanmazlar da, konu biz olunca cincik cincik her şeyleri sorarlar.

- Kolay iş yapmak varken, neden işyerlerinde işler zorlaştırılır. Sorulduğunda ise "buradaaa böyle oluyoooor" diye önünüz kesilir. Biz bir reform uygulayalım işleri kolaylaştıralım desenizde laga luga.. Kimse sizi dinlemez. Çünkü bu düzen böyledir, böyle gider.

- Neden Noterler vardır mesela. Sen söylersin, onlar yazar. Sonra da bolca neden para alırlar. En çok vergi veren meslek grubu Noterlermiş mesela. Neden Noterler. Bu noterler özel midir? Tüzel midir? Noter olmasa biz ev satıp alamaz mıyız? Araba satamaz mıyız? Noter neden bizim hayatımıza her yerinden müdahil oluyor.

- Neden 65 yaş üzerindeki vatandaşlarımızdan sağlık raporu isteriz bir şeye karar verirlerken. Aslında bir insan salaksa, aklı dengesi 65 yaşın altında bozulamaz mı? İlla 65 yaşına gelip işin bitmiş mi olması lazım. Hep bir doktorun onayı mı gerekir?

- Neden 65 yaş üzerindeki kişilerin sağlık raporuyla yaptıkları vasiyetleri  öldükten sonra işe yaramaz. Tekrar "rahmetli böyle bir karar almış ama, siz bu malın verilmesini uygun görüyormusunuz" diye malını vermek istemediği kişiye sorulur.  O rahmetli yaşlıların sağken koşuşturmaları, heyecanları tekrar bir çırpıda çöpe atılır.  

İşte böyle nedenlere şaşırma günümdü bugün.

Bazen her şeyi açıklarım, çekinmeden, gocunmadan, noktasına virgülüne kadar anlatırım. Sormasınlar diye. Ama karşı tarafın tek sorusu vardır neden diye.

Herşeyin bir nedeni vardır, nedeninin nedeni nedenli oluşundan kaynaklanan bir durumdur. Bunlarında bir de ilk nedeni vardır. İlk nedeni olmasının nedeni ise nedeninin nedeninin nedensiz oluşudur. Bu ilk nedene dair sorulara da nedensiz olduğu için cevap verilememektedir. (Burada kullanılan sözler sizin neden yazar böyle karışık yazdı sorusunu sormanız içindi.)

Offff  kısaca  işte nedenini bilmeden böyle olmuştum bugün.

Kısacası ben neden NEDENSİZ olarak saçmalamaya başlamıştım. Nedeni bilinmez.

 “Neden ve niçin” sorularıyla bir yere varamayız, bir sonuca ulaşamayız diyenler... 
Olumlu ve istendik bir sonuca ulaşmayı istiyorsak, “Neden ve niçin” soruları
yerine “Nasıl” sorusunu sormaya başlamaya çalışın da diyenler.

Peki oldu.. Bütün yukarıdaki sorulardaki neden yerine nasıl koyayım siz istediniz diye. Olmuyor ama yakışmıyor oraya.

“Nasıl” sorusunu kullanarak “bu işi daha daha güzel nasıl yapabilirim…”,
“Bu işte nasıl başarılı olabilirim…”,”Bu sorunu nasıl çözebilirim…” gibi sorular
bizleri çözüm konusunda çaba içerisine girdirir… diyorlar. Ona da tamam.

Bu soruları soran bir birey olarak hareket ettiğimizde zihnimiz sürekli olarak
“Niçin ve neden yapamayacağının nedenlerini aramak” yerine “Nasıl
yapacağını” arayan bir uğraş içine girin… diyorlar. Ona da oldu peki..

  Neden yerine nasıl siz istediniz diye koyayım. 

Yazımın başındaki ilk soruyu nasılla başlayayım.

-NASIL otobüs durağına tam da ulaşacakken, göz göre göre otobüs uçup gidivermişti beni görmesine rağmen.

Bakın bu soru nasılla olmadı işte.  Demek ki her soruyu nedenlerini bulmak adına sormak gerekir.

“Neden” sorularından çok “Neden” sorusunu sordurmayacak sorunsuz bir hayat sürmeniz dileğimle böyle nedensiz bir yazı yazdım işte.  İşte Candan Erçetin'in Neden şarkısıyla sizlere veda ediyorum. Sayfamın sonunda klibi bir tıklayıp hem müziği çalıp, hem de şiiri neden okumayı denemiyorsunuz?

Neden anlamaz insan yanındayken kıymetini
Neden söylemez insan sevdiğine sevdiğini
Yarın çok geç olunca pişman olmak boşuna
Gururun neye yarar ki yalnız kalmaktan başka
Yarın çok geç olunca isyan etmek boşuna
Gururun neye yararki vakit kaybından başka
Neden yar neden
Bilinmez acı çekmeden
Neden can neden
Görülmez günü gelmeden
Neden cimridir insan anlatırken minnetini
Neden sabırsız insan gösterirken öfkesini
Yarın çok geç olunca pişman olmak boşuna
Hiddetin neye yarar ki yalnız kalmaktan başka
Yarın çok geç olunca isyan etmek boşuna
Hiddetin neye yararki vakit kaybından başka
Neden yar neden
Bilinmez acı çekmeden
Neden can neden
Görülmez günü gelmeden
Neden sevinir insan zafer kazandığında
Kazanmak neye yarar ki kaybeden olduğunda
Yarın çok geç olunca pişman olmak boşuna
Savaşlar neye yarar ki yalnız kalmaktan başka
Neden yar neden
Bilinmez acı çekmeden
Neden can neden
Görülmez günü gelmeden

neden yar neden
neden can neden

Ama bu soruyu da sormadan edemeyeceğim.  
Neden yazımı bir çırpıda okuyup bitirdiniz… 






20 Kasım 2013 Çarşamba

BİRBİRİNE ZIT AMA DÜŞÜNDÜRÜCÜ ATASÖZLERİMİZ



Bugün  bir konu gelişince, bu konuyla ilgili çelişkili ama bir o kadar  da gelen kişiye uygunluğuna göre kullanılan atasözleriyle ilgili yıllar önce okuduğum yazıyı sayfamda yayınlamak  aklıma geldi. Hem bu atasözlerini  tazelemek, hem de sizlerle paylaşmak adına yayınlıyorum.

Aynı anlama gelen atasözlerini, işimize hangisi geliyorsa söyleriz zaman zaman. Bu sözler gelen kişinin uygunluğuna göre ya değişir, ya da yaşadığımız olayın, o günkü psikolojimizin durumuna göre değişir, şekillenir.

Kişiyi seviyorsak;
 
                   
İyi insan lafının üstüne gelir.

Kişiden hoşlanmıyorsak;

                    İti an çomağı hazırla.


deriz. Bu örnekleri yazmama bana hatırlatan değerli hocama buradan sözüm meclisten diyorum.  Ben ilk anlamını kullandım değerli hocam için bugün. Sadece bana bu örnekleri hatırlattığı için yazımı yayınlıyorum.

İşte bu örnekten yola çıkarak, yıllar önce okuduğum  hem hoş, hem de düşündürücü aynı anlam için söylenen  ama birbirine zıt atasözlerinden örnekleri sizinle paylaştım. Biri olaya olumlu bakan, diğeri ise olumsuz olarak bakan işinize gelene kullanabileceğiniz atasözleri.. 


Taşıma suyla değirmen dönmez.
Fazla mal göz çıkarmaz.
Azıcık aşım kaygısız başım.

                    Söz gümüşse, sükut altındır.
                    Sükût ikrardan gelir.

Harama uçkur çözülmez.
Güzele bakmak sevaptır.

                    İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.
                    İki çıplak bir hamama yakışır.
 
Bülbülün çektiği dilinin belası.
Bilmemek ayıp değil sormamak ayıp.

                    Eşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir.
                    Ye kürküm ye.

Eğri otur doğru söyle.
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

                   Düşenin dostu olmaz.
                   Dost kara günde belli olur.

Ava giden avlanır.
Atın ölümü arpadan olsun.

                   Erken kalkan yol alır.
                   Acele işe şeytan karışır.

Birlikten kuvvet doğar.
Körler sağırlar, birbirlerini ağırlar.
 
                    Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
                    Lafla peynir gemisi yürümez.

Gün ola harman ola.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

                    Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
                    Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.

İyilik yap denize at.
Merhametten maraz doğar.

                    Zararın neresinden dönülse kardır.
                    Gelen gideni aratır.

Yüzü güzel olanın huyu da güzel olur.
Yüzü güzel olanı değil huyu güzel olanı sev.

                    Akıl akıldan üstündür.
                    Aklın yolu birdir.

El elden üstündür.
Alet işler, el övünür.

                    Acı patlıcanın kırağı çalmaz.
                    Yaşın yanında kuru da yanar.

Zorla güzellik olmaz.
Zora dağlar dayanmaz.

                    Öfke baldan tatlıdır.
                    Öfke ile kalkan zararla oturur.

İşleyen demir ışıldar.
İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur.

                    Fazla mal göz çıkarmaz.
                    Azı karar çoğu zarar.

İnsan kıymetini insan bilir.
İnsanoğlu çiğ süt emmiş.

                    Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al.
                    Beş parmağın beşi birbirine benzemez.

Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.
İş olacağına varır.

                    Eski dost düşman olmaz.
                    Güvenme dostuna saman doldurur postuna.

Harama el uzatılmaz.
Üzümünü ye bağını sorma.

Biz Türkler, işimize geldiği gibi olayları kendimize döndürmeyi severiz. Gerektiğinde size söz söyleyene, karşı sözle cevap verebiliriz. Bu örnekler de bunlardan birkaçı..

Benden hatırlatması, nerede ve nasıl kullanacağınız size bağlı.... 


28 Ekim 2013 Pazartesi

BİR KİTAP, BİR ÖNERİ (MAHMUT'UN PABUÇLARI)

GALA GALACTION
ROMENCE ASLINDAN ÇEVİREN
EROL ÜLGEN-GÜLTEN ABDULA
EROL ÜLGEN'İN ÖNSÖZÜYLE...
Bugünlerde güzel bir roman okudum ve tüm okurseverlere paylaşma isteği duydum.

Mahmut'un Pabuçları...

Romana sahip olmam şöyle bir hikayeyle başladı. 

Türk Dili Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Sayın Erol Ülgen'in kitabı bana hediye etmesi bu kitabı okumama sebep oldu.  Kendisine öncelikle böyle bir eseri tanımama sebep olduğu için teşekkür ediyorum. 

Bu kitabı herkesi öneriyorum. İçinde okudukça  ilginç paylaşımların olduğu bir kitap... 

3 dinin aynı payda da birleştiğini vurgulayan bir kitap,

Roman, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında önemli bir savunma merkezi olan Plevne'nin Ruslar ve Romenler tarafından ele geçirilmesini ve Türk esirlerin sevkiyatında Romen Savu'nun Türk esir Mahmut'u öldürmesi ve akabinde yaşadığı vicdan muhasebesini anlatıyor. Romanın baş kahramanı Savu'nun derin pişmanlığı etrafından dinler arası diyaloğu başarıyla işleyen Galaction, günümüz insanının en fazla muhtaç olduğu mesajla sesleniyor okuyucusuna. 

 İşte böyle bahsediyor kitabın arka kapağı romandan.

Konusundan sonra beni etkileyen diğer kısımlarda, önce kitabın tanıdığım biri tarafından tercüme edilmesi, sonra bu kitabı nasıl seçildiğini öğrenmem.

Kitabı Romence aslından Türkçeye çeviren Sayın Erol Ülgen'e teşekkür ediyorum öncelikle. Güzel bir eseri okumama sebep olduğu için. Kendisine orada yaşadığı sürede böyle bir kitabın seçimini nasıl yaptığını anlatması da daha da ilgi çekiciydi. Orada kaldığında Gülten Abdula ile tanışmış, uzun yıllar bu topraklarda yaşayan Türkler için, Romenlerin ne düşündüğünü merak etmiş. Bir din adamı olan yazar Gala Galactıon 'un yazdığı kitabı okuması önerilmiş, Türkçe karakterlerin bol olduğu kitap onda merak uyandırarak okumuş ve kitabı tercüme isteği oluşmuş ve bence de güzel bir emekle Çağdaş Dünya Edebiyatına güzel bir eser kazandırmış. 

Erol Ülgen görevli olarak gittiği, Köstence Ovidius Üniversitesinde kalan zamanlarında Dobruca bölgesindeki Türk Kültür hayatını araştırmaya yoğunlaşmış. 

Romanya'daki kültür hayatı ile ilgili düşüncelerini dile getirdiği bir ortamda, Romanya Demokrat Türk Birliğinin yayın organı olan Hakses gazetesinin genel koordinatörü Gülten Abdula önerisiyle bu romanı okumuş ve Türkçeye çevrilmesi, hatta filminin olması konusunda önerilerde bulunmuş.

Romanın ismi ve konusu gerçekten ilgi çekici gelmiş, eserde Türklerden bahsedildiği gibi, tarihten, felsefeden, insan psikolojisinden ve sevgisinden bahsetmesi kendilerini etkileyerek, bizlere de bu kitabın kazandırılmasını sağlamış. 

Bir Hristiyan din adamı olan Gala Galactıon'un,  Türk ve İslamiyet hakkında düşüncelerini öğrenmek ise  kitabın ilgi çekici diğer yanıydı benim için .

Kitabı bitirdiğim son sayfada gözyaşlarımı tutamadım. 
Bitirip eşime de önerdim. O da bir günde bitirdi. İlginç bir de tespit yaptı. 
Yabancılarda Hristiyan dendiğinde bir sürü millet akla gelirken, 
Türk dendiğinde Müslüman, Müslüman dendiğinde Türk olduğu anlaşılıyor dedi.

"Mahmut'un pabuçları" romanında, Savu'nun Eyüp Sultan'a gelişindeki sahnenin gözlerinizin önündeki canlandırılma olayı sizde nasıl olur bilmem ama ben gözlerimin önünde çok dramatik bir sahne canlandırdım ve Eyüp Sultan'ın mukaddesliğini o tarihlerde bile yabancıların bilmesi ve bunu yazması da benim için hayli ilgi çekici bir bölümdü. 

Siz kitapseverlere tavsiye edeceğim bu roman Timaş Yayınlarından baskıya sunulmuş, kitapseverlerin arayıp bulması temennisiyle.. Okuduktan sonra yorumlarınızı merakla bu sayfama bekliyorum. 

Kitabın satıldığı yerin linki de aşağıda. Konu güzel, link verildi, kitap uygun fiyatta. Böyle bir eseri sahip olmak artık size kaldı. 

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=71719




4 Ağustos 2013 Pazar

CAN DÜNDAR'DAN GENÇLERE ÖĞÜT NİTELİĞİNDE BİR YAZI




Can Dündar'dan Evlilik Üzerine

Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi 
bitirdiğim bir kurum benim için.. 

17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum aynı zamanda da...

Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belki de kuruma inanmamaktan geçiyor.

Evliliği toplumun dayattığı  şekilde yaşamamaktan...

Nedir bu dayatmalar?
Erkeğin muhakkak kadından yaşça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine yada en azından eşit  olması.

Bunların sadece ikisi.

Olmaz, yürümez diyor toplum... Erkek yaşça büyük olmalı ki, kadına "hot" dediğinde oturmalı kadın...

Ya da yumuşatıyorlar; efendim kadın erkekten önce
çöktüğü için (hani doğum falan) küçük olmalıymış yaşı....Eğitimde de böyle.. Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş,evde kalmakmış layiki.
...
EŞiM BENDEN 2 YAŞ BÜYÜK; ne "hot" dememe gerek


 kaldı. 17 senede, ne de benden önce çöktü... 


Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti, "oo Can bey  
kapmışsınız çıtırı" esprilerine muhattap dahi oldum. 

EŞiM 3 ÜNiVERSiTE BiTiRDi; ben bir taneyi 9 senede 
bitirdim..

Ne o bana bilmişlik tasladı, ne ben ona ezik baktım... 


Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar  
farklıdır der Halil Cibran...

Bunu unutmadık biz. Ben konuşurken o dinledi,


Ben dinlerken o konuştu 17 sene.


O öfkeliyken ben, ben öfkeliyken o "haklısın bitanem..." dedik,

öfke bitip fırtına durulduğunda "ama bi de böyle 
düşün" de dedik fikrimizi savunurken.

Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi,aynı amaç için savaşan neferlerdik bu hayatta...

Asla bilmedik ne kadar para kazandığımızı, ortak 
cüzdanımızdan gerektigi kadar aldık..

Ne kadar çalarsa çalsın masanın üstünde telefon,
kim bu saatte arayan karşı cins diye sorgulamadık da ama... 

Sevginin en büyük dostuydu bizim için "güven"...


Ve güvenin ardına saklanmış bir "saygı" vardı daima...


Ne kavgalar, ne badireler atlattık 17 senede...

Eee ülkeler neler gördü, biz çekirdek aile mi 
sütliman yaşayacaktık...

Öyle bir girdik ki birbirimize, ben ilk kez odamın 
dışında yattım bi gece, misafir odasında...

Gece yarısı kapı açıldı, eşim "ne yapıyosun burda?" 
diye sordu kapının eşiğinden, "uyuyorum" dedim buz gibi bi sesle...Gitti, gelmesi 1 dakikasını almıştı elinde 
yastıkla... "kay yana" dedi daracık yatakta.
"ne yapıyosun?" dediğimde "benim yerim senin yanın, sen gelmezsen ben gelirim" dedi...

Anladım ki o gece, en uzun kavgamız yat saatine kadardı  ve bence doğrusu da bu...

Özen gösterdik o günden sonra, evin her yerinde kavga ettik, yatak odamız hariç.. 

Kırsak da zaman zaman kalplerimizi, asla kin 
tutmadık birbirimize...



Toplum kurallarıyla oynasaydık bu oyunu belki de 41 inci çift olacaktık o listede...

Ama oyunun kurallarını biz koyduk... Nede olsa bizim  
oyunumuzdu, oynanan
...
Evlilik; hesapsız içine dalınması gereken bir oyun 
bence.
..
Topluma kulaklarını tıkayarak hemde... Ne benim, ne 
de bizim sözlerimizle

..
Sadece gönlünüzden geçtiğince..

.
Dedigi gibi Ataol Behramoglu' nun; 


"...Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: 

Yaşadın mı  büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene 
karışırcasına..  Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana..."

*CAN DÜNDAR*




27 Haziran 2013 Perşembe

SON OSMANLI İMPARATORLUĞU, BAKLAVA İMPARATORLUĞU


Amerika’da yeni kurulan bir Türk Televizyon Şirketiyle küçük bir program deneme keyfi yaşamıştım. Türkiye'nin önemli konularını güzel bir dille ve kadınlara hitap eden bir gözle anlatmalıydım. . Programımın adı ne olmalı diye düşünürken yıllardır “Kesip Sakladıklarım” isimli defterimin ismi olmalıydı diye düşündüm. Sonra Küçük Mutluluklar isminde karar kılarak, bana göre keyifli bir deneyimle programımı  çektim. Programın hazırlanması, yapımı, sunumu tamamıyla bana ait olan,  çok güzel bir tecrübeydi. İnşallah montajlanmış halini de  bir gün yayınlayacağım.  Programda ne yapabilirim diye araştırırken, sırasıyla  Türkiye'nin değerlerini tanıtmak aklıma geldi.

İlk konumuz  "Son Osmanlı İmparatorluğu Baklava İmparatorluğu" idi.
Türkiye’nin mistik tatları, hazırlanışı, tarihi hakkında bilgiler veren ve bunu kadınlarla özleştiren, sonunda da küçük bir el sanatı işinin tarif edildiği bir programı hazırlayacaktım. Ama bu benim için çok ama çok güzel bir deneyim oldu. Çok zevk aldım. Bu zevki bana yaşattıran sevgili kardeşime de buradan çok ama çok teşekkürlerimi sunuyorum. Sağolsun, varolsun. Ölsem de gam yemem. Hani derler ya yapmak istediğiniz 3 şey nedir diye.. İşte bu deneyimim de bunlardan birisiydi.. 

Ben de bundan yola çıkarak size burada hazırladığım o konuları sanal ortamımızda da tanıtacağım. Sırasıyla Baklava, Mantı, Lokum, Kahve gibi özel mistik tadları sizlerle paylaşacağım. 

Baklava konusunu hazırlarken,  ilk aklıma gelen Karaköy’deki GÜLLÜOĞLU baklavaları ve Nadir Güllü idi.  Sabah kameraman arkadaşım Cevat Kelle diye espri yapmak isterdim ama yapamayacağım, kameraman Armağan arkadaşımla birlikte Karaköy’deki atölyeye sabah 08:30 itibariyle gittik.

Nadir Güllü bizi odasında karşılayarak enfes bir su böreği 
eşliğinde, daha önce televizyonlar tarafından çekilen belgeselleri izlettirerek programımızın alt zeminini  hazırlamamıza yardım etti. Sorularım ve çekim sıralamam hazır olmasına rağmen, Nadir Güllü bu konuda o kadar güzel bir sunum hazırlamış ki.. Program kendi akışıyla 3-4 saatlik bir çekimle bitti.

İlk önce birlikte Yufkaların hazırlandığı atölyeye inecektik. Tüm katlardaki özellikle tuvaletteki hijyene değindi. Tuvaletlere kadar gezdirdi.  Her sabah burada bir işçi edasıyla çalışmaya indiğini ve sabah performansını yerinde izlediğini söyledi.

Atölye kapısında Baklavanın tarihçesi ve bu mesleğe nasıl  

başladığı ile ilgili küçük bir sunumdan sonra içeri geçtik. 

İnanılmaz bir askeri ciddiyetle, tüm baklava ustaları sıraya dizildi. Bir usta “Dikkaaat “ diye bağırdı. Tüm ustalar eli göğsünde eğilerek birbirlerini selamladılar. Nadir usta da yufkaları kontrol etti. Tüm ustalar aynı tarz ve ses ahengiyle baklava yufkalarını açıyorlardı. Baklava oklavasının armut ağacından yapıldığını duymuştum. Bunu ustaya sordum. Gerçekten de  malzemenin onlar için çok önemi olduğunu söyledi.
Çok güzel bir tabloydu sergilenen. Fıstıklar antepten, Şebinkarahisardan ceviz diye tüm malzemelerin nereden olduğunu söyledi. Şu resimde baklavanın malzemelerinin Nadir usta tarafından ne kadar önemsendiğini anlatıyor.



Bu konudaki çalışmalarını şöyle anlatmaya başladı Nadir Usta.

Nadir Güllü, çocukluğundan beri fabrika çapında bir imalathane 

hayal edermiş. İşin başına geçince, bu hayalini gerçekleştirmek

 için kolları sıvamış. 1996 yılında Mumhane Caddesi’ndeki 

baklava fabrikasını kurmuş.” Her sabah buraya gelerek işin başına geçermiş. “İşçisi olmadığınız işin, ustası olamazsınız” onun yaşam felsefesiymiş. 3 S kuralımızda işimizde olmazsa olmazımız dedi.
Sevgi, saygı, sorumluluk.

Baklavanın iyisini de , insanın beş duyusu ile test edilerek anlaşılabildiğini belirtti. 

Görme duyusu ile testİyi baklava, daha vitrinde, tepside kendisini belli eder. İyi pişmiş baklavanın rengi, altın sarısına çalar. Eski ustalar, buna 24 ayar altın rengi derlermiş. Ayrıca baklava diri görünmeli, iştah çekmeli. Baklava tepsisinin boşalan yerlerinde fazla şerbet birikmişse, baklavanın ağır çekmesi için gereğinden fazla şerbet verilmiş olabilir. İyi baklavada şerbet kararında olmalı, baklavayı hem kilo olarak, hem tat olarak ağırlaştırmamalı.
İşitme duyusu ile test İyi bir baklavaya çatal batırıldığında, bir hışırtı duyulur. Bu, yufkanın ince açıldığını ve baklavanın iyi piştiğine işarettir. Yufkası ne kadar ince açılmış olursa, baklava o kadar iyi olur.
Koku alma duyusu ile test; Baklava ağza yaklaştırıldığında, buruna mis gibi sade tereyağı, harç olarak kullanılan ceviz veya fıstığın kokusu gelmeli. İyi baklava, her şeyden önce iyi ham maddeden oluşur.
Tat alma ve dokunma duyusu ile test; Baklavanın iyisi, kötüsü, asıl yenmesi sırasında belli olur. İyi baklava ağızda dağılır; damakta eşsiz bir tat bırakır; mideye de dokunmaz.


“Birkaç yıl bedava baklava ikram ettik. Bedava baklava ikramı için davetiye yerine geçen el ilânları bile bastırıp sokaklarda dağıttırdık.” diyor; “Baklavanın kilosu 5 lira idi. Ta Taksim’den, Nişantaşı’ndan, Şişli’den telefon ile sipariş verenlere yol masrafı almadan baklava gönderdik.”diyor baklavanın ilk kurucusu   Mustafa Usta. Yani Mustafa Güllü. Nadir Güllü'nün babası.

Baklavayı tanıtmak için Atlas Sineması’nda reklam filmi göstererek, gazete ve dergilere reklam vererek, Tünel ve tramvaylara reklam levhaları astırarak baklavayı tanıtmaya çalışmış. “Ama, asıl reklamı baklavamızı tadanlar yaptı.” diyor.

Mustafa Usta’nın bu çabaları 1953 yılından sonra semeresini vermeye başlamış. Dükkân Karaköy, Hayvar Han No: 23 adresine taşınmış. 1970’lerde de yine Karaköy’de Katlı Otopark altındaki dükkânlardan biri kiralanmış.


1990 yılında, müessese şirketleşerek “Güllüoğlu Gıda San. ve Tic. A.Ş.” ticarî unvanını almış. Ama, yine “Karaköy Güllüoğlu” diye bilinip “Güllüoğlu” adını taşıyan diğer firmalardan ayrı tutuluyor.

1949’da küçücük bir dükkânda faaliyete başlayan Karaköy Güllüoğlu, şimdi Dünya’nın ilk baklava fabrikasına sahip. Yine Karaköy’de Mumhane Caddesi No: 171 adresindeki fabrikada günde yaklaşık 2.5 ton baklava üretilebiliyor.


Karaköy Güllüoğlu’nun Katlı Otopark altında ve fabrikanın zemin katındaki iki mağazasından başka satış yeri yok. Ağzının tadını bilenler, İstanbul’un her tarafından baklava yemek için Karaköy’e geliyorlar. Müşteriler arasında Karaköy Güllüoğlu’nun müdavimleri çok. Yarım asırdır Karaköy Güllüoğlu lezzetinden vazgeçmeyenler bile var.


Yıllanmış müşteriler, Katlı Otopark altındaki mağazada aşina simalar ile karşılaşıyorlar. Tezgâhta birer İstanbul beyefendisi olan Muhsin bey ve Hasan Bey; kasada ise müessesenin temel direği Mustafa Güllü...


Mustafa Usta, ilerlemiş yaşına rağmen, her gün hiç aksatmadan mağazaya geliyor; ikindiye kadar kasada oturuyor. Ama, sadece akçalı işler ile meşgul değil. Müessesenin sevk ve idaresine nezaret ediyor; baklavalarda kullanılacak unu, yağı, fıstığı, cevizi bizzat seçiyor.

Hacı Mustafa Güllü’nün beş oğlundan dördü baba mesleğini sürdürüyor. En büyük oğlu Nejat Güllü 1983’de müesseseden ayrılıp Kadıköy’de ayrı bir imalathane kurmuş. Bir başka oğlu Faruk Güllü 1993’de ayrılıp Bakırköy’de imalata başlamış. Nadir ve Ömer Güllü kardeşler, Karaköy’deki müessesede babalarının yanında kalmışlar.


Nadir Güllü, çocukluğundan beri fabrika çapında bir imalathane hayâl edermiş. İşin başına geçince, bu hayâlini gerçekleştirmek için kolları sıvamış. 1996 yılında Mumhane Caddesi’ndeki baklava fabrikasını kurmuş.


Evet, ticaretin, bankacılığın merkezi olan Karaköy, 1949’dan beri baklavacılığın da merkezi... Karaköy Güllüoğlu, bu semtin hareketli yaşamı içinde farklı bir renk, farklı bir tat... Aynı zamanda semt dokusunun bir parçası da... 1949’dan beri Karaköy’de çok şey tarihe karışmıştı, ama Güllüoğlu baklavaları tarihi görevlini sürdürmekte devam ediyormuş.”


Atölye de baklavanın  ilk safhasından , şerbet dökülme safhasına kadar geçen kısımlarını çekim ve röportajlarla süsleyelerek çekimimizi bitirdik.  

Sonra sunum bölümü olan satış mağazasına geçtik. Şimdi rahmetli olan Nadir Güllü’nün babası Baklavayı İstanbul’a getiren Mustafa Güllü kasa da görevinin başındaydı. Onunla da bir röportaj gerçekleştirdik. Mustafa Güllü tarihçeyi şöyle anlattı. “Mustafa Usta, müessesenin ilk günlerini anlatırken, müşteri bulmak için çektiği sıkıntılardan söz etmeden geçemiyor. O zamanlar İstanbul halkının çoğunluğu baklavayı bilmiyormuş. Bilenler de, hep bir hafta beklemiş, bayat baklava yemiş oldukları için pek beğenmiyorlarmış. Mustafa Usta bu kanaati değiştirmek için çok zahmet çekmiş.

Nadir usta da bize Osmanlı da da baklavaya çok önem verildiği, bu konuda baklava alayları düzenlendiğini bildirdi.  Yurt dışından çok müşteri geldiğini ve yurtdışına çok baklava tepsisi gönderildiğini belirtti. Baklava yeme adabı diye de bir şeyden bahsetti. Baklava önce damağa değdirilecek, 10 kere çiğnenerek döndürülüp sonra mideye indirilecekmiş ki…. Tadı anlaşılsın.

Bizde öyle yaptık ve Nadir ustanın el ustalığı gibi misafirperverliği de çok ustalıklı olduğu için bizleri çok güzel bir ağırlamayla yolcu etti. Kendisinin çok iyi niyetli, hoş sohbet, eli ve gönlü açık, mesleğini seven ve de çok güzel pazarlayan biri olduğuna şahit oldum.

Ben de yazımı bu güzel lezzete yakışır sözlerle bitiriyorum.

Acı sadece biberde kalsın,
Ömrümüz tatlı geçsin baklava tadında.
Gaziantep’ten çıkıp gelen bu tatlıyı;
Tadıyla yemek isterseniz,  İstanbul’da gidin Güllüoğlu’na

Antep’e giderseniz de uğrayın bir İmam Çağdaş’a .. 

GÜZEL BİR DE BAKLAVA ŞİİRİ SİZE.. SÖZ TATLI OLUNCA HIZIMI ALAMADIM.
Gaziantepli Rakkuş Bacı’dan baklavaya şiir 

(Antep sofrası şiirinden baklavaya dair bölümdür.)


Yemek faslı son buldu tatlılara gelelim


Başta baklava gelir saygıyla eğildim


Haşmetle azametle gelir konur sofraya

İlik ilik yuvarla bir daha getirdim



Ye sana neşe verir hayat verir


Diş damak uğraşmadan ağızda kendi erir


Cevizlisi fıstıklısı kaymaklısından beğen

Yanına getirseler ölü insan dirilir.