24 Ekim 2016 Pazartesi

BENİ BAĞIŞLAYIN


"Kan aranıyor" anonsuna her zaman duyarlıyımdır. Ama "Organ Bağışı" konusunda yeteri kadar duyarlı mıydım, tabii ki hayır. 

Annemin hastalığı nedeniyle, Haydarpaşa Numune Hastanesi Nefroloji servisinde geçirdiğimiz bir haftada, tanıştığım hasta insanlar sayesinde organ bağışının da  çok ama çok önemli olduğunu anladım. Biz normal bir sebepten yatıyorduk ama o katta bulunan Organ Bağışı ve Transplantasyon servisine gelen çaresiz insanları görünce bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. 

(Böbrek Vakfının duyarlı videosu)

Bugüne kadar hiç empati yapıyor muyuz? Bizim yakınlarımızın da bir organa ihtiyacı olabileceğini düşünüyor muyuz? Ancak gerçekle yüzleşince arayışa giriyoruz. Kızıyoruz vermeyenlere belki de. 

İşin dini boyutları da girince de,  Organ nakli günah filan muhabbetleriyle aklımıza bile gelmedi, görmediğimiz için o durumdakileri, hissetmedik hiçbirşeyi. 

Empati kurmadan yaşarken, muhtaçların içinde bulundukları durumları düşünmeden hayatımıza ne kadar da güzel devam ettirirken, organ bekleyen o çaresiz insanlarla tanıştım. 



Siz hiç karaciğer nakli için umutla “ORGAN” bekleyen bir hasta için çaba harcadınız mı? Yok, çünkü ailemizde yoktu. 

Ya da, umutla İLİK bekleyen LÖSEMİ hastalarını düşündünüz mü? Yook, çünkü ailemizde yoktu. 



Böbrek yetmezliği nedeniyle haftada üç kez diyaliz makinasına bağlanan ve hasretle, umutla  uygun bir “BÖBREK”  bekleyen, yaşayan her insan gibi “çişini” yapmayı özleyen hastaları da düşündünüz mü? Yoook, çünkü ailemizde yoktu. Onlar için birşeyler yapmadım, yapmadık. Çünkü sağlıklıydık. Ne benim, ne ailemin ihtiyacı yoktu. 


İnanın, ben ve benim gibiler ne yazık ki başımıza gelene kadar bu konuda çokta duyarlı olamadık.   İşin içine dini boyutlarda girince de duyarsızlığımız  bir kat arttı. Çünkü dinen caiz değil deniyor ya araştırmadan, soruşturmadan.

Oysa; Maide Süresi 32. ayet tam da bunun tersine organ bağışını onaylıyor.  
  
Maide Suresi  32 : …. “Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir.”

Allah “kim bir kişinin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur” diyor… Bu cümle, Allah’ın insan hayatına verdiği değeri göstermiyor mu? Bu cümleden, bir başka insanın hayatının en az kendi hayatımız kadar kutsal olduğunu düşünerek onun da korunması gerektiğini  anlamamız gerekmez mi?



“Anası, babası, akrabaları, çevresi varken bize ne oluyor ki?”

“Önce kendi yakınları versin.” diyoruz.

Hastanede yatarken hayat dersi alabileceğimiz bir sürü olay ile karşılaştım. Yaşlı bir dede, torununa vermişti böbreğini. Torun sevinçle “Dedem verdi “ diyordu. Diyaliz hastası bir hastaya, eşi vermişti böbreğini. İyi günde kötü günde diye başladığı evliliğini, böbreğini de paylaşarak devam ettireceklerdi..

Fiziksel özürlü bir kızkardeş, çok sevdiği ablası için böbreğini bağışlıyordu. Sağlam insanların bile vermeyi düşünmediği organı için o seve seve veriyordu ablasına. Kim verecek sana diye soran doktora, heyecanla "Ben Ben Ben" diye bağırdı. "Ablama ben vereceğim, isteyerek vereceğim"  dedi o masum bağırışıyla... 

Hastaneler tam bir duygu seli. Hayat tecrübesi. 

Tuvalete giderken sevinir mi insan. Annem hastanede çiş yaptı diye seviniyordum. Diğer böbrek hastalarını görünce, farkına varmadığımız bazı değerlere "oooh çok şükür yine yaptı" diyerek mutlu oluyordum. 

Günde belki de hiç önemsemediğimiz rampaların, merdivenlerin hasta insanların gözünde ne kadar büyüdüğünü gördüm. Günlük yaşantımızda farkına varamadığımız küçük aktivitelerin hasta insanlardaki önemine üzüldüm, kahroldum. Allah sağlığımızı elimizden almasın, elden ayaktan düşürmesin diye dua ede ede bir hal oldum. 



Böyle bir ruh haliyle; Organ Naklinin önemini yazacağıma söz verdim kendi kendime.. 

Allah yakınlarımıza yaşattırmasın, canlıyken vermek çok zor belki ama.. Eğer ölümümüzde birilerine can verecekse yakınlarınıza bu vasiyeti verin. “Şerefli bir ömür yaşadım, bir de organlarım da öldükten sonra bu şerefi taşımaya devam etsin” deyiverin yakınlarınıza.

Tamam hak veriyorum, canlı iken vermek her babayiğidin harcı değildir. O konuda ısrarcı olamayacağım. Ama bu dünyadan göçer iken, bir iyilik yapın, bir kişiyi hayata bağlayın. O da Allahın müsaadesi ile oluyor zaten. Organ nakline karşı olsa Yüce Yaradan, ne yapar, O organı o canda bırakmaz canını alır. O da ona müsaade ettiğine göre bize de bağışlamak düşüyor.

Bağışlanacak organlar nedir diye soracak olursanız, onu zaten doktorlar biliyor. Siz vefat ettiğinizde hangi organınızın işe yaradığına. Göz, karaciğer, kalp, böbrek en bilindik olanı. Bağırsak, mide v.s. olabiliyor diye okumuştum. Bu konu tıp literatürlerin konusu, Bize kalan, bağışlayacağımız her organın, filizlenen bir can olduğunu unutmamamız.  

Organ bağışının da çok suistimale açık bir durum olduğu da bilinen bir gerçek. Özellikle canlı nakillerde organ mafyalarının doktorlarla işbirliği ile yaptığı usulsüz olayları medyadan okuyoruz zaman zaman. Bu konuda,  İran ve İspanya'nın organ naklini desteklediği söyleniyor. Özellikle devletler  bu konuda çok denetleyici ve destekleyici olmalı bence.  Özellikle kadavra konusunda destekleyici olmalı. İdeali kadavra olanı belki de aslında.  Herkes bağışlayıcı olmalı. Canlı vermek çok zor bir görev olması sebebiyle kadavrada bu iş özendirilmeli,  devletçe desteklenmeli. 





Hastanede yatarken,  bir diğer önemli konuda Refakatçi olma durumu. Öyle yaşlı, kimsesi olmayan insanlar var ki.. Terliğini giyip tuvalete gitmeye bile muhtaç, yemeğini yemek için, yatağında dönmek için, ilacını içmek için, hatta biraz doğrulmak için bile bir cana ihtiyaçları var. Organlarımızı bağışlayamasak da bir cana yoldaş olalım, elinden tutalım bari.. 


Evde canım sıkılıyor,  yapacak hiçbir şey yok, boş boş oturuyorum, duvarlar üstüme üstüme geliyor demeyin. Gidin Hasta Bakım ve Refakatçi kurslarına.  İsmek bu konuda güzel kurs programı açmış. Alın sertifikanızı ve bu manevi görevi yüreğiniz alıyorsa yapın. Yüreğiniz alıyorsa diyorum. Hakkını vermek gerekirse gerçekten meşakkatli ve duygulu bir görev. Sizin sağlığınıza zeval gelmeyecekse, yardım edin hastanedeki insanlara, el uzatın hastaneden çıkıp da evinde nekahet dönemi geçireceklere.Geçirilen hastalık, ameliyat veya kazadan sonra insanın yavaş yavaş iyileşme dönemine nekahet dönemi deniyor biliyorsunuz. 

Bu manevi görevi üstlenin ihtiyacı olan bir insan için, inanın çok huzur duyacaksınız.



(Haydarpaşa Numune Hastanesi Organ Sorumlusu Sayın  Doç. Dr. Melih Kara  bu konuda çok duyarlı.Hastalarıyla kurduğu iyi ilişkiye hayran oldum. Kendisini tanıyın istedim. Bu video ile bilgilenin istedim. Muhakkak yazımı okuyup bitirince bu videoyu duyarlı bir şekilde izleyiniz)

3 Ekim 2016 Pazartesi

KIRILAN TABAKLAR OLSUN, KALPLER DEĞİL.

Haftasonu gittiğimiz bir Yunan tavernasında güzel bir gece yaşadık. Yaşadık da benim içimdeki bitmek bilmeyen araştırmacı gazetecilik ruhum yine depreşiverdi oracıkta..


Suadiye'de gittiğimiz Mastori By Theo diye hoş bir mekan vardı. Şu bizim Fedon amcanın, oğlu canım.. Theo.. Elimizde büyüdü yavrucak. Büyümüşte mekanlar açmışmış da, ablalarını eğlendiriyormuş dedittirecek cinsten. Fedon bildiğimiz Fedon'dur her zaman seyrederiz; nerden mi  tabiiki de devamlı bizim evde ki televizyonun ekranlarından misafir olur ya, bizde onun oğlunun yerine misafir olduk bu haftasonu. Gerçekten kendisini tebrik ederim. İlk çıkan gitar çalan arkadaş repertuarı bir harikaydı  ve sonrasında ise Anıl ve Pelin'in hakkını yememek lazım.  

Özellikle Pelin'e hayran olmamak elde değil. Samimiyeti, kalitesi.. Çok ama çok güzel söylediler o gece. Sirtaki yapan iki çift harikaydı. Dansöz kardeş de güzel döktürde de gelelim yazımızın esas konusuna. 


Güzel güzel oynarken, ne o kardeşim 12 kişilik yemek takımlarını şak şak kırmalar. 

Evde annelerimiz 1 tanesi kırılınca takım bozuldu diye hayıflanırken, mekandakiler  çat çat kırdı gözüm gözüm üstüne.. Aynı sudan geçen millet olmamızdan mı nedir müzikleri, kültürleri bizimle aynı şekilde vallahi. Ama şu 12 kişilik pasta tabakları  kırma durumunu, onları sevmedim kusura bakmayın.. Yapmayın kardeşlerin nedir bu adet  diyerek uluslararası bir krize neden olmayayım da merak ettim oracıkta neden bu adet türemiş diye.. Hemen bir bakayım, inceleyeyim, soruşturayım, evde ani bir durumda hangi tabaklar kırılacak diye araştırayım dedim ve size bu yazıyı yazmaya karar verdim.  

Dedim ya Yunan müziği deyince  herkesin ilk aklına gelen  "kırılan tabaklar" oluyor. Mitolojik adıyla Grek müziği başlıbaşına bir kültür ve hiç de yabancısı olmadığımız da müzik türü. 


Gece hayatına gidenler Grek müzikli mekanlara hayran. Zeybetiko diyorlar, ay bizim Zeybek. Sirtaki diyor, biraz ayak hareketlerinin değişimiyle bizim Kasap havası.. Ama birlik, beraberlik duygusu uyandıran müzikler. Türk/Yunan olarak birlikte aynı toprakları paylaşmış kişilerin müziği.. 

Sirtaki çalınca hemen garsonlar para kazanmak amacıyla size 12 kişilik yemek takımı getiriyorlar. Güzelim canım tabakları çat çat çat kırıp, paraları da alıyorlar. (O elinde tabakları tutan garson kardeşlerimize bu verilen paralara  helal olsun, o ayrı konu) Oysa Sirtaki de tabak kırılmıyormuş, Yunan Zeybeği çaldığı an, kendine has ritmi ile müzik esnasında kırılıyormuş. Bizimkiler ilk duydukları Yunan müziğinde başlıyor  kırmaya.. Ama ne yapsın, buranın tadı da burada.. Kalp kırmasınlar da varsın tabak kırsınlar.

Bu kırma meselesinin geçmişten gelen derin bir anlamı varmış. 



Yıllar yıllar önce, bir Yunan düğününde, insanlar tartışmaya başlamış, bunun üzerine orada bulunan bir büyük kalkmış, tartışanların ortasına rakı bardağını atmış, kavgadakiler hayretle bakarken,  ardından da ''Bardaklar kırılsın kalpler kırılmasın'' demiş. Aslında bu tabak kırma hoşgörünün bir bildirgesiymiş ve herkes o an içinden muhtemelen demiş ki; 

"Vayy anasına breh, ne kaaa doğru bir laf" demiş ve önce bardakları, sonra tabakları kırmaya başlamış. 


Sonraları herhalde bu bardak kırma geleneği (bir takım ticari sebepler de işin içine girerek ), tabak kırma işine dönmüş, 

Daha sonraları, Yunanistan da tabak kırmak (sağlığa zarar verdiği gerekçesiyle) yasaklanmış, ama atalarının  yaptığı önemli bir olay olduğunu söylenince, bu tabaklar alçıdan yapılarak kırılmaya başlanmış. Şu anda ki Yunanistan'da bulunan tavernalarda durum böyleymiş. Ama Suadiye'de gittiğimiz Mastori Theo denilen bir Yunan tavernasında tabaklar alçı mıydı bilinmez ama, insanlar kırdıkça ay sankim benim kalbimde kırıldı.  Durumu çözemedim. Adedi anlayamadım. Ama kalpler kırılıyor, tabaklar kırılsa çok mu dedim. Değişik gösterileri seyrettim. Garson arkadaşlarımıza helal olsun dedim, o tabakları tutmada ki gayretlerinden. İşletme sahibinin ve sanatçıların kalitesinden dolayı da çok beğendim. 

Yani güzel güzel hayranlıkla sirtakiydi, zeybekti sizin müziklerinizi dinleyip, danslarınızı hayran hayran seyrederken o tabakları kırmanın da bir raconu var elbet dedim. Bizim egemizin efe dansı var mesela temsili hareketlerle gücü simgeliyor..  Ama bu tabak kırma ritüelinin, bildiğin görgüsüzlüğe ve ben daha güçlüyüme dönüştüğü söylüyor literatürler. Bence yanlış söylüyor . Değişik bir kültürün parçası bana göre.. 

"Paran varsa kırarsın bre kale.. Yoksa kalbini kırarım ona göre" der gibi sanki.. 

Neyse güzel bir gece,  güzel bir mekan ile güzel bir kültürü yaşadık o gece.. Tabak kırma kültürünü araştırdık öğrendik o gece. Eğlendik mi eğlendik o gece. Biz bir bütünüz, müziğimizle, yemeğimizle kardeşim yahu dedik o gece. Belki bizde daha kötü adetler vardır, bu hoşgörüyle oluşmuş ortaya çıkan adeti gülümsemeyle seyrettik o gece. 

Kısaca; hep birlikte aynı topraklarda kardeşçe yaşamayı, omuz omuza dans etmeyi yaşadık  o gece.. Paylaşırsak tok oluruz, bölünürsek yok oluruz dedik o gece.