5 Nisan 2017 Çarşamba

Güzel bir gelenek..."DİŞ KİRASI"

"Diş Kirası" lafını duydunuz mu?  
Duyduysanız ne anlama geldiğini hiç araştırdınız mı? 




Osmanlı geleneği olan bu adeti; şu sıralarda gırgır amaçlı bir iki dostuma uygularken, bu adetin bilinmediğini düşünerek konuyla ilgili küçük  bilgi aktarmak istiyorum. 

Osmanlı'daki  beni etkileyen bu geleneği nerden mi biliyorum? İstanbul'u gezdiren tarihçi bir hocamızın padişah geleneklerinden olan diş kirasını anlatmasıyla, hoşuma giden  bu uygulamayı şaka yollu (tabi ki evimde verilecek bir hediye varsa) bende misafirlerime  uygulamaya başladım. 




Her zaman uygulayamasam da, özellikle iftar yemeklerinin sonrasında veya benim için vaktini ayırıp ziyaretime gelen kişilere hazırlayabilirsem böyle küçük hediyeler hazırlıyorum ve ikramımdan sonra diyorum ki; "Benim için gelip dişinizi yordunuz, bu da sizin diş kiranız". Sevdiğim kişileri bu hediyeyi vermeyi de çok seviyorum.

Osmanlı döneminde bir çok evde, özellikle de köşk veya konaklarda iftara davet edilen misafirlerin yanı sıra, çat kapı gelen Allah misafiri de geri çevrilmez, içeriye alınırmış, onlar içinde sofralar hazırlanırmış. İftarın verildiği köşk veya konak ziyafet evi halini alırmış ve  iftar sofralarında tabiri yerindeyse kuş sütü hariç her şey bulunurmuş. Misafirler iftarını yapıp teraviye gitmek üzereyken hane sahibi tarafından "yemek yiyip dişleriniz yoruldu" diyerek, kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler gibi hediyelikler, diş kirası olarak hediye edilirmiş. 



Konaklara ve evlerine gelen misafirlere ise hane sahibinin zenginliği ve cömertliğine bağlı olarak içinde gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese içerisinde diş kirası olarak verilirmiş. Yemeğini bitirenler diş kiralarını aldıktan sonra "Kesenize bereket", "Allah daha çok versin", "Ziyade olsun" gibi dualarla konaktan ayrılırlarmış. Osmanlı'da "Diş kirası" denilen bu hediyenin zarif gerekçesi ise; davetlilerin o gece zahmet edip gelerek hane sahibinin sevap kazanmasına vesile olması olarak açıklanırmış. 



Fatih dönemi sadrazamlarından Mahmut Paşa, Ramazan ayı geldiğinde kesenin ağzını açar, konağında verdiği iftar ziyafetleri dillere destan olurmuş. Paşanın sofrasında oruç açanlar, diş kirasına ilaveten her akşam mutlaka ikram edilen nohutlu pilavın gelmesini, dişlerine takılma ihtimali olan sert bir sahte nohut yakalama ümidiyle dört gözle beklerlermiş.



Çünkü Paşa, kazanlarda pilav pişirilirken pilavın içine nohut biçimi verilmiş altınlar atarmış.. 

Bu adetleri çok  sevmem nedeniyle benim de saraylı olma ihtimalim üzerinde durulması gerekmektedir. Hangi saraylı derseniz, büyük ihtimalle günümüzde ben ancak "Simit Saraylı" olabilirim. Gümüş akçe, altın akçe sözlerini okuyunca, yazımı okuyanların, "biz sende bunu görmedik" dediklerini duyar gibi oluyorum. Simit saraylı olmam hasebiyle, benim size bunları vermem, tabiri caizse argo deyimle biraz sıkar. Hele bu devirde hayal.. 

Ama ben yine de bu hoş adetleri, kibarlık gösteren gelenekleri seviyorum ne yapayım. 

Diğer bir adette iki tokmak olayı..


Kapılarda o devirde iki kapı tokmağı bulunurmuş, büyük tokmak çalınca erkek,  küçük tokmak çalınca kadın geldiği anlaşılır. Ona göre kapı açılırmış. Ben  günümüzde de sarayımın geleneği olarak kapı kamerası koyarak hallettik. Baktık erkeeeekkk, "Abovvv erkek gelmiş, kim ola ki" diye eşimize sesleniyor, baktık kadın, "ay komşu gayveye gelmiş" diye ayırabiliyoruz. 


Güzel adetler bunlar. Maddi durumla alakası olmayan yüce gönüllülük, gönül zenginliği.. 

Genellikle gidilen eve hediye götürülür, gelirken size de verseler güzel olmaz mı yahu.. 

Biz de geri dönerken, hediyemize sevinir, "Oh dişimizi yorduğumuza değdi" deriz.. Hoş olmaz mı?